Sosyalist hareketin ve Ermenice edebiyatın önemli yazarlarından Zaven Biberyan’ın Babam Aşkale’ye Gitmedi[1] adlı romanı, 20 Kur’a (20 Sınıf) İhtiyat Askerliği ve Varlık Vergisi uygulamasıyla yıkılan hayatların bir fotoğrafı olarak, Türkiye’nin karanlık noktalarına ışık tutar.
Zaven Biberyan, devletin ‘ilgisini’ esirgemediği, sosyalist, Ermeni bir aydındır. Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nün, ‘Başbakanlık yüksek katına’ ibareli, 9.8.1946 gün ve 5190/6113 sayılı raporu, İstanbul’da Ermenice olarak yayımlanan ‘Jamanak’, ‘Marmara’, ‘Nor Or’ gazetelerinde çıkan yazılarının yanı sıra, Zaven Biberyan’ın siyasi kişiliğine de odaklanmaktadır. 12 sayfalık raporda Biberyan’a 3 sayfa ayrılmıştır.
Rapora göre, Biberyan bir makalesinde, ezilen sınıfların durumunu tasvir ederken, devletin azınlıklara ve özellikle Ermenilere uyguladığı baskılara dikkat çeker ve basının tutumunu şu sözlerle ifade eder:
Bu partiye [CHP] bağlı olan ve memleket basınının çoğunluğunu teşkil eden gazeteler, Ermeni vatandaşlara karşı türlü türlü iftiralara başvurdu. Halk partisi memleket halkını vatandaşlar ve tebaa olmak üzere ikiye ayırdı ve bunlara karşı iki türlü hareket uyguladı. Irkçılık vasfını taşıyan bir parti için böyle bir hareket tarzı affolunamaz. Başka demokrat memleketlerde bu gibi farklı muameleler asla görülmemiştir… Halk partisinin işlediği hatayı sosyalizm [raporda altı çizilmiştir] tamir ve telafi edebilir.
Rapor, “Gazetenin bu yazıları maksat ve hedefini açıkça gösterdiğinden, bu hususta daha fazla izahata girişmeyerek raporuma son veriyorum” cümlesiyle sona erer. Biberyan, muhtemelen bu rapor sonrasında kovuşturmaya uğramış ve hapsedilmiştir.
Biberyan, romanında, Tarhanyan ailesi ekseninde, “azınlık” toplumlarının tek parti döneminde uğradığı baskılara, özellikle Ermeni toplumu açısından 1915’ten sonraki en önemli olaylardan biri olan Varlık Vergisi’ne odaklanır.
Varlık Vergisi çıkınca her şeyini satarak Aşkale’den kendini ‘kurtaran’ baba Diran ile, üç buçuk yıllık nafıa askerliğinden varlık sonrası dönen oğul Baret’in trajik hikâyesi, Varlık Vergisi kurbanlarının içine düştükleri yoksulluğun, psikolojik yıkımın ve kaybolan hayatların anlatımıdır.
Biberyan’ın, siyasi bir kişilik olarak Varlık olayını eleştirmesinin yanında, bu olayı gündeme taşıyan ilk edebiyatçı olması açısından da önemlidir.
20 Kur’a ve Varlık uygulamalarına maruz kalan biri olarak, unutturulamaya çalışılan bu olaylar karşısında gözlemleri eşsizdir. 1941’de o da, diğer “azınlık” gruplarına mensup vatandaşlar gibi, 20 Kur’a olarak askere alınır ve nafıa askerliği görevini yerine getirir.
Askerlik adı altında toplama kamplarına alınan “azınlık”lardan, aileleri nerdeyse ümidi kesmiştir. Bu askerler üç buçuk yıl sonra bit ve pislik içinde evlerine dönerler.
“Dokunma, pislik içindeyim… Bitli mi gireyim içeri canım?”
“Bitlendin mi?”
Baret, annesinin şaşkınlığı karşısına “Nafıa’ya gidenin gezintiye çıktığını mı sanıyorlardı?” diye düşünür.
Dönenler zor koşullarda İstanbul’a ulaşır. Terhis olduklarına inanamazlar, korku ve tedirginlik içerisindedirler. İstanbul’a ayak basmalarına rağmen, evlerine giderken ana yolları değil ara sokakları tercih ederler.
Yıllar sonra kokularına hasret kaldıkları yuvalarına kavuşurlar:
İçeri girdiği anda tanıdık bir koku kendisini selamladı. Bu, evden uzak olduğu dönemde çoğu kez özlemini duyduğu mutfak, yemek ve ‘ev’ kokusuydu.
Ancak yuvaları, bıraktıkları yuva olmaktan çok uzaktır. Varlık’la, Nafıa’dan daha korkunç bir girdaba yuvarlandıklarını fark etmeleri uzun sürmeyecektir.
Nafıa ‘askerliği’nden dönenler, “azınlık” toplumuna mensup diğer aileler tarafından kendi öz oğullarıymış gibi sıcak bir ilgiyle karşılanır:
Nafıa’daki arkadaşlarının haberlerini, selamlarını ailelerine iletiyordu kiminin de mektuplarını. Her yerde yaşlı gözlerle, aydınlık gülücüklerle, içten, samimi bir dostlukla karşılanıyordu. Bazen bir ana, bir abla, bir sevgili, nişanlı, bazen de bir kadın. Rumlar, Ermeniler, Yahudiler müjde getiren kurtarıcıya kapılarını ve kollarını açıyorlardı. Özellikle de uzun yıllardan beri oğullarını görmemiş olanlar. Her kadın onu yemeğe alıkoymak istiyordu. Oğullarının arkadaşına gönülden ikram ettikleri o bir lokma ekmek, sanki öz oğulları tarafından yenmiş gibi oluyordu. Baret daha önce bilmediği bir zevk almaya başlamıştı bu ziyaretlerden, bu kabullerden.
“Azınlıklar”, askerlik bahanesiyle en verimli çağlarını dağ başlarında, açlık ve sefalet içinde geçirmişlerdir:
Tam ‘bir şeyler yapma’ çağını ise kurt köpeklerin ulumasını dinleyerek dağlarda geçirmişti. Hayatının en güzel günlerini kaybetmek ne demek diye gelip ona sorsalardı ya!
Terhise rağmen, yaşanan zulüm garip bir psikoloji içine düşürmüştür Nafıa askerlerini, birbirleriyle karşılaştıklarında, garip bir duygu içindedirler sevinç ve acı arasında bir yerde.
20 Kur’a askerliğin ardından gelen Varlık Vergi, azınlıkları tüketen en önemli uygulamadır. Baba Diran, Aşkale korkusuyla her şeyini satarak vergiyi öder artık elinde hiçbir şey kalmamıştır.
İçine düştükleri yoksullukla birlikte aile içinde huzursuzluk ve kavgalar başlar:
“Eskiden böyle konuşmuyordun.”
“Gçmiş geçmiştir. Şimdiye bakalım.”
“O geçmişi komşudan almadın.”
“Karıyı alan dda komşu değil sendin.”
“Varlık’ı verdi ‘ben bittim’ deyip oturdu.”
Ayakta kalabilme savaşı, birçok duygunun önüne geçmiştir. Ekmek karnesi bulma endişesi oğullarının dönüşünden duydukları sevincin önüne geçer:
Bir ekmek karnesi Baret’in dönüşünden daha önemli bir konu olmuştu.
“Bir Varlık her şeyi yıktı, hayatımız alt üst oldu.”
Mülksüzlerin koşullarına ve sömürüye dikkat çekerek, çalışmaya da eleştiri getirir:
Hayatın amacı çalışmak değil ki! Ne demiş Tanrı? Çalış çabala diye bir şeyler zırvalamış. Bir kişi çalışmadan yaşasın diye, bin kişi yaşamadan çalışır. Okul kitaplarımız çalışmanın övgüsünü yapar. Enayiler çoğalsın diye. Çalışmadan yaşayanlar oldukça, çalışmak enayiliktir. (…) Vay, vay, vay, sen el bak Tanrı’ya… Ev sahibin için, bakkal için, kasap için, devlete vergi vermek için, polise, jandarmaya aylık vermek için çalışırsın, kafana vurunlar diye…
İşverenin dininin, milliyetinin sömürü ilişkilerinde fark etmediğine dikkat çekilir:
Sen Ermeni’sin ama seni de sömürüyor. Bizimkiler bunu anlamaz. Gâvur derler. Sanırlar ki gâvur gâvuru sömürmez ya da, gâvur olmazsa kendilerini sömürmeyeceğini sanırlar gâvur olduğu için sömürüyor sanırlar. Ben fark olmadığını biliyorum…
İki partili döneme geçildiğinde, azınlıklar, politikacılar tarafından sadece oy potansiyeli olarak görülür ve bugün yabancı olmadığımız şu sözlerle okşanırlar:
Ermeniler bizim en değerli vatandaşlarımızdandır. Biz Ermeni vatandaşlarımızdan memleket için pek çok yararlık ve hizmet bekliyoruz. Göreceksiniz, Türkiye’de çok şey değişecek. Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yeni bir çağ açılıyor.
Ancak azınlıklar ihtiyatlıdır:
Halkçılar uyur mu ulan! Bunca senedir memleket idare etmişler. Hepsi de İttihatçı, hinoğluhin. İnsan elindekini başkasına verir mi? Olacak iş mi? Parti marti, siyaset miyaset, bunlar laftır, laf.
Varlık Vergisi’yle çok şey değişmiştir mülkler el değiştirmiş, “azınlık” toplumlarından dışarıya göçlerle yeni bir nüfus ortaya çıkmıştır:
Birden neyin değişmiş olduğunu anladı. Hem vapurdaki, hem karadaki kalabalığın önemli bir kısmı yabancıydı. Ahali adalı değildi. Çok sayıda taşralı, hatta köylüler vardı. Çarpıcı renklerde giysiler, yaşmaklar. Öylesine gezinen insanlar.
6-7 Eylül öncesinde azınlık toplumlarında bir tedirginlik hakimdir yapay olarak yaratılan kriz dönemlerinde kabağın kendi başlarına patlayacağının bilincindedirler:
“Anacığım, diyorum, niye parmağına doluyorsun, ne olacaksa o olacak. Kıbrıs’tan bize ne, biz Rum muyuz?”
“Sorun Ermeni veya Rum olmak değil. Bir ülkede anlaşmazlık varsa, herkes etkilenir.
“Ne diyorsun anne!”
“Ben ne dediğimi bilirim.”
Annenin dediği gibi olur ve Kıbrıs bahane edilerek, 6-7 Eylül’de “azınlık”lara bir büyük darbe daha vurulur.
[1] Zaven Biberyan, Babam Aşkale’ye Gitmedi, Orjinal isim: Mırçünneru Verçaluysı Çev. Sirvart Malhasyan.Aras Yayıncılık / Roman Dizisi