Refi’ Cevad’ın (Ulunay) Alemdar Gazetesi’ndeki Ermeni Soykırım Tarihine Not Düşen Makaleleri-2

Soykırım inkarı

Yazı serisinin ilkine konu olan  Refi’ Cevad 20 Şubat 1919 günlü Arabanın Beygirleri nasıl İmiş? Başlıklı yazısı Yozgat Tehcir ve Taktili Davasının 7. Duruşma sonrasında kaleme alınmıştı. Seri yazının ikincisi olan 9 Nisan 1919 günlü Bir Müdafaa Karşısında başlıklı yazısı da yine bir Yozgat Tehcir ve Taktil  Davasının Kemal Bey’in savunmasını[1] okuduğu duruşma sonrasında kaleme alınmıştır. Refi’ Cevad, Soykırım suçlusu Yozgat Kaymakamı Kemal Bey’in savunmasına odaklanarak Soykırım sürecini ve Soykırım faillerini sorgular:

Yozgat tehcir ve taktilinde başlıca mevkuflardan olan Kemal Bey’in müdafaası dünkü evrak-ı havadisle [gazetelerle]  neşr olundu [yayınlandı] . Zaman bu müdafaanameyi ser-sütun [sür manşet] eyledikten sonra kısm-ı mahsûsunda da [ara manşette] akıtılan gözyaşlarını yirmi dört punto ile kayd etmeği unutmuyor. Yozgat tehcir ve taktilinin faili olmak üzere mahkemeye sevk edilen Kemal Bey’in bu cürmü ika‘ eyleyip eylemediği [yapıp yapmadığı] mahkemenin ba-husûs [hele] Nazım Paşa gibi adaletle hareket eden bir reisinin riyaset etmekte olduğu bir mahkemenin kanaatine mevdû‘ [emanet edilmiş]bir keyfiyetdir [husustur]. Hüküm daha teblîğ edilmemiştir. Bu hükmün reis paşanın ağzından nasıl bir kisve ile çıkacağını bilmiyoruz. İhtimal ki dinlenen şuhûdun [şahitlerin] ifâdâtında tebâyün [aykırılık]  görülerek Kemal Bey ve rüfekası ufak bir ceza ile yakayı kurtarırlar. Veyahutda bu ceza milletin on senedir temâşasına [seyretmeye] alıştığı sehpalarda yeni cesetlerin sallanması suretinde de tecelli edebilir.

Yazarın söz ettiği gibi karar henüz verilmemiştir. Refi’ Cevad  Soykırım suçu sanığı kaymakam Kemal Bey’in savunmasına odaklanarak hükümden ziyade nazar-ı dikkatimizi celb eden nokta Kemal Bey’in müdafaasının sâmi‘în [dinleyiciler] ve belki heyet-i hâkime üzerinde husûle getirdiği tesirata dikkat çekererk; Bu hemen pek az zaman zarfında müttehemlik [sanık] sıfatından mücrimlik [suçlu] sıfatına geçecek olan zatın da bir insan olduğunu nazar-ı dikkate aldıkça bit-tabi müteʼessir oluyoruz. Sonra aileler, yıkılan ocaklar, dürülen kainatlar ve sonra bu yapılan cinayetlerin tevlîd eylediği [meydana getirdiği] bugünkü vaziyet karşısında kalbimizdeki bu ince his damarını koparmak, onar ve merhametin eninini [iniltisini] dinlememek mecburiyetini his ediyoruz. Refi’ Cevad, bir insanın düştüğü duruma, bir insan olarak, insani hislerle üzülmekle birlikte, gerçekleştirilen cinayetler karşısında bu duygunun kalbinden sökülmesi gerektiğini vurgulayarak, uğursuz beyin ile ona uygun, hareket eden aparatların aynı kategoriden olduklarının unutulmayarak aynı muameleye tabi tutulmasını, herhangi bir ayırıma gidilmemesinde ısrar eder:

Düşünüyoruz ki bu memleket beş altı sene evvel cennet kadar güzel, süt kadar temiz, su kadar berrak bulunuyordu. Vatanın ta can yerine destgahını [tezgah] kuran bir meşʼûm [uğursuz] kuvvet az zaman zarfında bu cennet kadar güzel memleketi cehenneme, bu süt kadar beyaz olan vatanı zift kadar siyah bir matem dumanında ve su kadar berrak olan muhitâtını [çevre] çamur seli bulanık bir hale getirdi. Onu düşünen dimağlardan bazısı burada akıbetlerine intizâr ediyorlar [bekliyorlar]. Bazısı da tamam-ı haydutlara yakışan bir vaziyet ile hâl-i firarda bulunuyorlar. Ortada bir şahsiyet farz edecek olursak ve bu şahsiyetin bir cinayet yaptığını kabul edecek olursak onun düşünen dimâğı ile hareket eden kolunu ayıramayız. Buna ne kanun, ne de mantık müsâ‘ade eder. Bahaaddin Şakir şe‘âmetler [uğursuzluk] doğuran bir dimağ ise, Kemal Bey ve rüfekası bu dimağın matemler hazırlayan bir kolu idiler. Kanun kolu da keser, dimağı da söndürür.

Önceki yazıda olduğu gibi mahkemenin uzatılmasından şikayet ederek yine Mahmut Şevket Paşa Suikastı davasını örnekleyerek, böyle uzayacaksa divan-ı harbi örfiye gerek kalmadan normal mahkemelerin yeterli olacağını ekler:

Şimdi mahkemeyi nazar-ı dikkate alalım: Mahkeme bu meselede bir örfî mahkeme vaziyetinde bulunmadı. Tamamıyla süratle olmasını temin eden cihet iltizâm olunmayarak günlerce muhâkeme ceryan etti ve müttehimin biraz müstehziyâne bir ta‘riz gibi söylediği üzere iki divan-ı harbin on dokuz celsesini işgâl eyledi. Üç müttehim on dokuz celsede muhakeme edilerek haklarında el-an bir hüküm verilmedi. O halde örfî bir Divan-ı Harb teşkilinde ne maksad vardı ? lâzım gelen süratle hareket olunmak ihtimali mefkud olduktan sonra mehâkim-i nizamiye de bu vazifeyi pek güzel yapabilirdi. Unutmayalım ki Mahmud Şevket Paşa hadisesi dolayısıyla icrâ edilen muhakemede otuzu mütecâviz zevât bir celsede muhakeme edildi. Kemal Bey’in eline tutuşturulan savunmasına dönerek savunmanın mantığını sorgular ki; bu İttihatçı mantık günümüze uzanır:

Kemal Bey’in müdafaasına gelince, Ermeni unsurunun Türklere karşı yapmış olduğu zulümden bahs ediyor. Biz bu zulmü yapanları hoş görmüyoruz ki. Bizim nazarımızda zulüm, zulümdür ve her kimin tarafından yapılırsa yapılsın faili, her türlü cezaya layık ve müstehakdır.

Kendi unsurumuza karşı yapılan mezalim için şimdiye kadar ne yaptık ? sorusunu sorarak, kendi gazetesi başta olmak üzere gazete neşriyatlarını da sorgulamadan geçirir:

Gazetemiz boşu boşuna çan çan etmekden başka bir şey yapmadı. Sanki Türk unsurunun taktile uğraması Ermenilere karşı yapılan tehcir ve taktile bir sebep olarak zikr ediliyordu. Ne zaman bu taktil meselesi mevzu-bahs olsa gazetelerimiz: “Evet ama onlar da şurada burada şunu bunu yaptılar!” cevabında bulunuyorlardı. Bunları bu yolda söyleyerek faidesiz ve lüzumsuz münakaşalara yol açacağımıza sesimizi ismâ‘ edecek [dinletecek] mahallere alel-usûl mürâca‘at ederek ihkâk-ı hakkımızı [usulü dairesinde yerine getirilmesini] taleb etmeli idik.

Divan-ı Harb-i Örfî’nin Osmanlı mahkemesi sıfatıyla bütün Osmanlıların hukukunu muhafaza ile mükellef olduğu için ezilen milletlerin feryadını güçlü tarafsız ve  bir duygu ile dinleyeceğini ifade ederek, Sanığın eline verilip okutturulan metindeki sözlerini parmaklıklar arkasında değil daha önce anlamış olsaydı kendisinin bu duruma gelmeyeceği gibi, millet de bu utanç verici duruma gelmeyeceğinin altını çizer;  Kemal Bey müdafaasında: “Osmanlı ailesinin en sakin ve hakîr ve de en aciz nevâz [okşayan] ve müsamahakâr bir unsuru olan Türkler herhalde müsebbib ve zalim mevkiinde değildi” diyor. Kemal Bey’in bunu ancak müttehem parmaklığında anlayabilmesini de bir eser-i intibâh olgunluk belirtisi] addederiz. Eğer bu meşʼûm dimağların yakıcı kolları bunu vaktiyle takdir etmiş olsalardı bu zavallı millet, zorla bu hicab-aver [utanç verici] yük altına sokturulmazdı. Elbette Türk ne müsebbib, ne de zalim mevkiinde bulunuyordu. Onun bu mevkiye getirenlerin Allah belasını versin!

Refi’ Cevad, Soykırım sürecinde kendin de düşürüldüğü sürgün yollarında Soykırım sürecinde tehcir/sürgün adı altında  ölüm yollarına  düşürülen Ermeni kurbanlarıyla yolları kesişerek, Soykırım sürecinde  şahit olduğu olayı nakleder. Trajik bir anıdır. Soykırıma tanıklıktır. Sürgün, sürgünün halinden ve dilinden anlar… Kemal Bey’in elindeki metni okurken gözyaşlarını tutamamasının bir bakıma bahtiyarlığı olduğunu, zira ölüm konvoyundakilerin gözyaşı pınarları kurumuş ağlayamamaktadırlar…

Yazımızı Soykırım sürecinde Refi’ Cevad’ın trajik sürgün yolculuğunda tanık olduğu ölüm yoluna konulan konvoya dair anısı ile sonlandırıyoruz:

Havza’dan çıkdığımız zaman bir tehcir kafilesine tesadüf etmiştik. Kağnı arabalarına yükletilen bu zavallı insanlar jandarmaların tabanca gibi şaklayan kırbaçları altında sevk olunuyordu. Kağnıdan yetişmiş, genç bir delikanlı birden bire müdhiş bir ihtilacât-ı asabiye [sinir krizi] içinde kıvranarak kendini yere attı. Bu sükut o kadar ani olmuştu ki kağnıdaki ana ile baba felaket-zede yavrularını tutamadılar. Jandarma yetişti. Kırbaçla çocuğu kendine getirdi ve arabaya attı. Biraz sonra ikinci bir ihtilâç aynı sükûtu ve aynı tedaviyi intaç etti [doğurdu].  O zaman geniş ovalara bir toz bulutu saçarak ilerleyen o matemî kafileye ve bilhassa o ana ve babaya baktım. Ağlamıyorlardı. Çünkü dümû‘-ı teʼessürleri [acı gözyaşları] kurumuştu. Kemal Bey’in şu vaziyetinde o bitmiş (?) yavrudan daha bahtiyar imiş. Çünkü ağlayabiliyor. Onlarda biz de aynı felaketle ne olacağımız bilinmeyerek tehcir edilmiş bir ailenin iki evladı olduğumuz için kalbî konuştuk ve birbirimize yandık, şimdi dökülen gözyaşları o zaman dökülmüş olsa idi; bugün ne bu mahkeme kurulur, ne de memleket bu hale gelirdi. Ben bir insan o da bir insan olduğu için hissiyatım ile yazıyorum. Hangi unsur hakkında olur ise olsun tehcir ve taktil meselesini yalnız her kim yaptı ise değil, hatta her kim tasvib etti ise maznun, müttehem, mücrim ve mahkumdur.

Bir Müdafaa Karşısında sayı 1418 (9 Nisan 1335 (1919)

Yozgat tehcir ve taktilinde başlıca mevkuflardan olan Kemal Bey’in müdafaası dünkü evrak-ı havadisle [gazetelerle]  neşr olundu [yayınlandı] . Zaman bu müdafaanameyi ser-sütun [sür manşet] eyledikten sonra kısm-ı mahsûsunda da [ara manşette] akıtılan gözyaşlarını yirmi dört punto ile kayd etmeği unutmuyor.Yozgat tehcir ve taktilinin faili olmak üzere mahkemeye sevk edilen Kemal Bey’in bu cürmü ika‘ eyleyip eylemediği [yapıp yapmadığı] mahkemenin ba-husûs [hele] Nazım Paşa gibi adaletle hareket eden bir reisinin riyaset etmekte olduğu bir mahkemenin kanaatine mevdû‘ [emanet edilmiş]bir keyfiyetdir [husustur]. Hüküm daha teblîğ edilmemiştir. Bu hükmün reis paşanın ağzından nasıl bir kisve ile çıkacağını bilmiyoruz. İhtimal ki dinlenen şuhûdun [şahitlerin] ifâdâtında tebâyün [aykırılık]  görülerek Kemal Bey ve rüfekası ufak bir ceza ile yakayı kurtarırlar. Veyahutda bu ceza milletin on senedir temâşasına [seyretmeye] alıştığı sehpalarda yeni cesetlerin sallanması suretinde de tecelli edebilir. Bundan ziyade nazar-ı dikkatimizi celb eden nokta Kemal Bey’in müdafaasının sâmi‘în [dinleyiciler] ve belki heyet-i hâkime üzerinde husûle getirdiği tesiratdır. Bu hemen pek az zaman zarfında müttehemlik [sanık] sıfatından mücrimlik [suçlu] sıfatına geçecek olan zatın da bir insan olduğunu nazar-ı dikkate aldıkça bit-tabi müteʼessir oluyoruz. Sonra aileler, yıkılan ocaklar, dürülen kainatlar ve sonra bu yapılan cinayetlerin tevlîd eylediği [meydana getirdiği] bugünkü vaziyet karşısında kalbimizdeki bu ince his damarını koparmak, onar ve merhametin eninini [iniltisini] dinlememek mecburiyetini his ediyoruz.

Düşünüyoruz ki bu memleket beş altı sene evvel cennet kadar güzel, süt kadar temiz, su kadar berrak bulunuyordu. Vatanın ta can yerine destgahını [tezgah] kuran bir meşʼûm [uğursuz] kuvvet az zaman zarfında bu cennet kadar güzel memleketi cehenneme, bu süt kadar beyaz olan vatanı zift kadar siyah bir matem dumanında ve su kadar berrak olan muhitâtını [çevre] çamur seli bulanık bir hale getirdi. Onu düşünen dimağlardan bazısı burada akıbetlerine intizâr ediyorlar [bekliyorlar]. Bazısı da tamam-ı haydutlara yakışan bir vaziyet ile hâl-i firarda bulunuyorlar. Ortada bir şahsiyet farz edecek olursak ve bu şahsiyetin bir cinayet yaptığını kabul edecek olursak onun düşünen dimâğı ile hareket eden kolunu ayıramayız. Buna ne kanun, ne de mantık müsâ‘ade eder. Bahaaddin Şakir şe‘âmetler [uğursuzluk] doğuran bir dimağ ise, Kemal Bey ve rüfekası bu dimağın matemler hazırlayan bir kolu idiler. Kanun kolu da keser, dimağı da söndürür. Şimdi mahkemeyi nazar-ı dikkate alalım: Mahkeme bu meselede bir örfî mahkeme vaziyetinde bulunmadı. Tamamıyla süratle olmasını temin eden cihet iltizâm olunmayarak günlerce muhâkeme ceryan etti ve müttehimin biraz müstehziyâne bir ta‘riz gibi söylediği üzere iki divan-ı harbin on dokuz celsesini işgâl eyledi. Üç müttehim on dokuz celsede muhakeme edilerek haklarında el-an bir hüküm verilmedi. O halde örfî bir Divan-ı Harb teşkilinde ne maksad vardı ? lâzım gelen süratle hareket olunmak ihtimali mefkud olduktan sonra mehâkim-i nizamiye de bu vazifeyi pek güzel yapabilirdi.

Unutmayalım ki Mahmud Şevket Paşa hadisesi dolayısıyla icrâ edilen muhakemede otuzu [sütün 2] mütecâviz zevât bir celsede muhakeme edildi. O muhâkeme ile bu muhakemeyi adlî bir nazar ile mukayese eylemezsek de sürat nokta-ı nazarından mukayese edecek olursak herhalde o muhakemeyi tercih ederiz. Çünkü daha seri‘ idi. Tekrar ediyoruz, hata olsun fakat o hata süratle yapılsın. Süratle yapılan bir hatanın tamiri de süratle olur.

Kemal Bey’in müdafaasına gelince, Ermeni unsurunun Türklere karşı yapmış olduğu zulümden bahs ediyor. Biz bu zulmü yapanları hoş görmüyoruz ki. Bizim nazarımızda zulüm, zulümdür ve her kimin tarafından yapılırsa yapılsın faili, her türlü cezaya layık ve müstehakdır.

Kendi unsurumuza karşı yapılan mezalim için şimdiye kadar ne yaptık ?

Gazetemiz boşu boşuna çan çan etmekden başka bir şey yapmadı. Sanki Türk unsurunun taktile uğraması Ermenilere karşı yapılan tehcir ve taktile bir sebep olarak zikr ediliyordu. Ne zaman bu taktil meselesi mevzu-bahs olsa gazetelerimiz: “Evet ama onlar da şurada burada şunu bunu yaptılar!” cevabında bulunuyorlardı. Bunları bu yolda söyleyerek faidesiz ve lüzumsuz münakaşalara yol açacağımıza sesimizi ismâ‘ edecek [dinletecek] mahallere alel-usûl mürâca‘at ederek ihkâk-ı hakkımızı [usulü dairesinde yerine getirilmesini] taleb etmeli idik.

Divan-ı Harb-i Örfî Osmanlı mahkemesi sıfatıyla bütün Osmanlıların hukukunu muhafaza ile mükellef olduğu için ezilen milletlerin feryadını bî-taraf bir sâmî‘a [güçlü duygu] ile dinleyecektir. Bu onun vazifesidir. Eğer bir Osmanlı mahkemesine tarafgirlik isnâd olunacak olursa daha bî-taraf mehâfile ismâ‘-ı kelam ettirilebilir [sözünü dinletebilir].

Kemal Bey müdafaasında: “Osmanlı ailesinin en sakin ve hakîr ve de en aciz nevâz [okşayan] ve müsamahakâr bir unsuru olan Türkler herhalde müsebbib ve zalim mevkiinde değildi” diyor. Kemal Bey’in bunu ancak müttehem parmaklığında anlayabilmesini de bir eser-i intibâh olgunluk belirtisi] addederiz. Eğer bu meşʼûm dimağların yakıcı kolları bunu vaktiyle takdir etmiş olsalardı bu zavallı millet, zorla bu hicab-aver [utanç verici] yük altına sokturulmazdı. Elbette Türk ne müsebbib, ne de zalim mevkiinde bulunuyordu. Onun bu mevkiye getirenlerin Allah belasını versin!

Kemal Bey’in müdafaasını dinleyen huzzârdan [mahkemede bizzat bulunan] bir çokları ağlamıştır. Belki heyet-i hakimede bir tesir duymuşlardır. Bize gelince biz bu tesiri duyamadık. Kartaca’nın sükutu üzerine ağlayan ahalinin karşısında gülen Anibal: “vaktiyle çok ağladım!” demişti. Bizde çok, hemde o kadar çok ağlamıştık ki bugün top tarakası gibi patlayan felaketli manzaralar muvâcehesinde gözlerimiz dökecek dumû‘-ı tesir [etkili gözyaşı] bulamadı. Böyle bir manzaraya bir kere daha tesadüf eylemiştim. Havza’dan çıkdığımız zaman bir tehcir kafilesine tesadüf etmiştik. Kağnı arabalarına yükletilen bu zavallı insanlar jandarmaların tabanca gibi şaklayan kırbaçları altında sevk olunuyordu. Kağnıdan yetişmiş, genç bir delikanlı birden bire müdhiş bir ihtilacât-ı asabiye [sinir krizi] içinde kıvranarak kendini yere attı. Bu sükut o kadar ani olmuştu ki kağnıdaki ana ile baba felaket-zede yavrularını tutamadılar. Jandarma yetişti. Kırbaçla çocuğu kendine getirdi ve arabaya attı. Biraz sonra ikinci bir ihtilâç aynı sükûtu ve aynı tedaviyi intaç etti [doğurdu]. (sütün 3) o zaman geniş ovalara bir toz bulutu saçarak ilerleyen o matemî kafileye ve bilhassa o ana ve babaya baktım. Ağlamıyorlardı. Çünkü dümû‘-ı teʼessürleri [acı gözyaşları] kurumuştu. Kemal Bey’in şu vaziyetinde o bitmiş (?) yavrudan daha bahtiyar imiş. Çünkü ağlayabiliyor. Onlarda biz de aynı felaketle ne olacağımız bilinmeyerek tehcir edilmiş bir ailenin iki evladı olduğumuz için kalbî konuştuk ve birbirimize yandık, şimdi dökülen gözyaşları o zaman dökülmüş olsa idi; bugün ne bu mahkeme kurulur, ne de memleket bu hale gelirdi. Ben bir insan o da bir insan olduğu için hissiyatım ile yazıyorum. Hangi unsur hakkında olur ise olsun tehcir ve taktil meselesini yalnız her kim yaptı ise değil, hatta her kim tasvib etti ise maznun, müttehem, mücrim ve mahkumdur.

Ben bu itikad ile yaşadığım için dostum Süleyman Nazif Bey’in büyüklüğünü takdir ettiği ceddim Hazret-i Mevlana’nın ruhaniyetinin benim ile beraber olduğuna kâʼilim. Büyük islam dininin müfessir-i azamı katili himaye etmez.

Refi Cevad


[1] Savunma Kemal Bey tarafından yazılmamış, metin eline verilip mahkemede okutturulmuştur.