Osmanlı İmparatorluğunu Almanya’nın yedeğinde savaşa sokarak 4 yılın sonunda yenilginin kesinleşmesiyle Talat Paşa hükûmeti 8 Ekim 1918 tarihinde istifa etmek zorunda kalmıştır. 30 Ekim 1918 de kayıtsız şartsız teslim olan İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1 Kasım’da yapılan olağanüstü kongrede kendini feshederek Teceddüt Fırkasına dönüşmesinin akşamında İTC yönetiminin A takımı Enver, Cemal ve Talat Paşalar 1 Kasım’ı 2 Kasım 1918 tarihine bağlayan gece Alman torpidobotu R-1 ile İstanbul’dan ayrılarak yurt dışına kaçtılar. 1915 Soykırımı suçlularından Bahattin Şakir, Dr. Nazım Bey, Dr. Rusuhi ve Trabzon eski valisi Cemal Azmi de kaçanlar arasındaydı.
Diktatörlüğün yıkılması ve diktatörlerin 10 yıllık diktatörlükleri döneminde işledikleri suçların hesabını vermeden yurtdışına kaçmaları, dönemin basınında önemli ve sert eleştirilerle karşılandı, Refi’ Cevad, Refik Halid, Ali Kemal, Asaf Muammer[2]… gibi gazeteciler sert eleştirilerde bulunarak İTC yönetiminin suçlarını teşhir ettiler. Bu yazımızın konusu sabah Gazetesi Başyazarı Ali Kemal’in 5 Kasım 1918 günlü yazısıdır.
Ali Kemal’in yazısında İTC yöneticilerini eleştirmesinin yanında esas olarak bu diktatörlüğe rıza gösteren bu suç örgütüne tapınan halkın tutumunu eleştirilir. Kısa bir dönem maarif ve dahiliye nazırlığını da yapmış olan Ali Kemal bu cesaretini hayatıyla öder. Kasım 1918 de Sakallı Nurettin Paşa tarafından linç ettirilecektir. Ünlü şair Nazım Hikmet linçi Memleketimizden İnsan Manzaralarındaki tasviri trajiktir:
…
Vagonlar geliyorlar sallanarak.
Kartallı kazım
köprünün orda bir ağacı gösterdi. tatar yüzlü adama;
” – şu köprünün dibindeki ağaç yok mu?
ard ayakları üstüne kalmış
hayvana benzeyen ağaç?
şu soldaki,
koskocaman.
bak
dalları köprüyü aşan,
o dallara astılar ölüsünü ali kemal’in.
istanbul’dan kaldırıldı herif
güpegündüz
berberden,
beyoğlu’nda tıraş olurken
338’de…”
“- kim bu ali kemal?”
“- gazete muharriri
ingiliz’den para alır
adamaydı halifenin.
gözlüklü
şişman.
kan damlardı kaleminden,
fakat murdar
fakat pis bir kan.
gün olur daha derin
daha geniş yara açar
kalemin düşmanlığı mavzerin düşmanlığından.”
“- izmit bizde miydi o zaman?”
“- yeni girmiştik
ingilizler istanbul’daydı daha,
ali kemal’i çalıp getirdiler ingiliz’in mavi gözünden.
burda “geliyor” diye bir şayia çıktı
altı yedi saat önce.
iskeleye yığıldı millet,
belki izmit halkının dörtte üçü
kadınlara varıncaya kadar.
ben ulucaminin ordan bakıyorum
gözümde dürbün.
göründü karşıdan motor nihayet,
bata çıka geliyor.
koştum aşağıya.
ben iskeleye inmeden
çıkarmışlar ali kemal’i motordan.
şurda
tepede
saray meydanında hükümet konağı var
kolordu dairesi,
oraya götürdüler.
konağın önü
meydan
sokaklar
adam almıyor.
kaynıyor karınca gibi izmit halkı.
fakat öfkeli
fakat merhametsiz.
çoğu da gülüyor,
bayram yeri gibi izmit şehri.
hava da sıcak,
gök de bulutsuz.
ali kemal 20 dakka kaldı kalmadı konakta dışarı çıkardılar.
attı bir adım.
etrafını zabitlerle polisler almış.
kireç gibi yüzü.
sarışın.
birden ahali başladı bağırmaya
“kahrol artin kemal…”
durdu.
arkasına baktı
konağın kapısından tarafa.
belki de geri dönüp içeri girmek için.
fakat yüzüne karşı kapıyı ağır ağır kapadılar.
yürüdü sallanarak on adım kadar.
ahali boyuna bağırıyor.
bir taş geldi arkadan
başına çarptı.
bir taş daha
bu sefer yüzüne.
kırıldı gözlükleri,
bıyıklarına doğru kanın aktığını gördüm.
birisi, “vurun,” diye haykırdı.
taş
odun
çürük sebze yağıyor.
muhafızları bıraktı ali kemal’i
ahali kara bulut gibi çullandı üzerine
alaşağı ettiler.
orda yerde yaptılar ne yaptılarsa.
sonra açıldı bir parça ortalık.
baktım ki yatıyor yüzükoyun
ayağında bir donu kalmış
kısa bir don.
çıplak eti pelte gibi tombul, beyaz.
bana hala nefes alıyor gibi geldi.
bir ip bağladılar sol ayağına.
hiç unutmam
sol ayağında kundura, çorap filan yoktu
fakat sağ bacağında çorap bağı kalmış.
başladılar ölüyü bacağından sürümeye.
yokuş aşağı, başı taşlara çarpıp gidiyor.
millet peşinde.
bir aralık ipi koptu.
bağlandı yenisi.
ibret alınacak hal.
halkı kızdırmaya gelmez.
bir sabreder iki sabreder;
her ne ise…
böyle dolaştı izmit şehrini ali kemal.
Sonra
dedim ya
astılar şu köprünün üstündeki dallara ölüsünü.
Sonra ölüyü indirdiler
fakat gömleği mi, donu mu ne
iç çamaşırından bir şey
öteki dalda bir iki ay sallanıp durdu.
Sonra satıldı müzayedeyle saatı filan,
çok sonra…
Vagonlar geliyorlar sallanarak.
…
Ali Kemal’in İbretlik yazısının anlaşılır kılınması açısından sadece bazı Osmanlıca kelime ve tamlamalarının yeni Türkçesini parantez içinde vermekle yetindik. Ali Kemal’in tarihe not düşen eleştirilerini yazının özgünlüğüne dokunmadan okuyuculara sunuyoruz:
“BAKINIZ KİMLERE TAPINIYORDUNUZ
İnkılabın dimâğı [beyni], ordunun ruhu, Suriye’nin fatih-i manevisi, hürriyet kahramanı, hakikat mücahidi, daha neler neler, fakat hep birden birer yankesici, birer cani gibi usulca bağtaten [birdenbire] sıvıştılar, kaçtılar gittiler. Gittiler fakat bu tâliʻsiz mülkü [kısmetsiz devleti], bu zavallı milleti kimsesiz, yetim bıraktılar, meğer ki cemiyet-i mukaddese [İttihad ve Terakki Cemiyeti] başka erkan-ı kiramıyla [soyu temiz/şerefli reislerle] onlara vekalet etmek, emr-i ittihadî, fikr-i terakkiyi sükûna eriştirmek istesin. Çünkü, ihtimaldir, şu mülk-i Osmanî [Osmanlı Devleti] dediğimiz harabezarda [viranelikte] daha soyulabilir insan, yağma edilebilir mal, para kalmıştır. Fakat vakit kalmadı. İtilaf donanmaları yarın öbür gün Çanakkale Boğazı’ndan girebilirler, Karadeniz Boğazını da muhafaza altına alıyorlar. O kahramanlar pek hesabîdirler, kahramanlığı bütün hesab ile kitab ile yaparlar, öyle fırıldağa gelmezler.
Tevekkeli ecdadımız, “etrak-ı bî-idrak”[anlayıştan yokun Türk] demezlermiş, hakikat, ne idraksiz bir milletiz! Bu yirminci asr-ı temeddünde [yüzyılın uygarlığında] nesli, nisbi pest-paye [adi/bayağı] tahsilsiz, irfansız, hukukdan da, hürriyetden de, hükumetden de, bî-haber-tabir mazur tutulsun- bir çapkın, fiʻâl [işler], cüretkar, pervasız bir çapkın ortaya çıkar, kendi gibi bazı külhan beyleri bulur, kolay kolay bulur –bu memleketde ondan bol ne var?- cemiyetdir, hürriyetdir, inkılabdır, ittihad ve terakkinin ekseriyetini ele alır; iradesini ihtiyarını [sabrını] selb ile [kaldırarak] bütün bu kargaşalıktan istifade ile mevki-i riyasete [başkanlık mevkiine], hükumete geçer. Nazır olur, Sadrazam olur… fil-hakika [gerçekten] :
Asiyab-ı devleti [devletin değirmeni] bir har [eşek] da olsa döndürür derler. Fakat bu asırda idare-i devlet [devlet yönetimi] çocuk oyuncağı değil, o külhan beyi de teceddüd [yenilik], terakki [ilerleme], Türklük, ittihad [birlik] diye nezaretde [bakanlıkta], Sadaretde [başbakanlıkta] bu asrın idrakine de, vicdanına da sığmaz cinnetleri, cinayetleri irtikab eder[işler], ya edenlere delalet eyler [yol gösterir], işte memleketi böyle vartadan [tehlike] vartaya uğratarak bırakır, atar.
Hakikaten iz‘ânsız[anlayışsız] bir halkız! Devr-i sabıkda [Abdülhamid döneminde] Selanik’den dağa kaçmış, -nasıl, niye kaçmış bildiğimiz yok ya- velev bilsek de, ne ehemmiyeti var. İşte dağa kaçmış bir yüzbaşı, şımarık bir genç hürriyet kahramanı sıfatıyla başımıza bela kesilir, ma‘hud [sözü geçen] külhan beylerinin yardımıyla orduyu yavaş yavaş ele alır, hürriyet ile, hürriyet için meydana çıktığını unutarak hoppa ? bir müstebid [zorba] olur, ortada fol yok, yumurta yok iken Napolyonluk, cihangirlik davasına kalkışır…. Trablusgarb’ı[3] İtalyanlardan istirdad etmeğe [geri almaya] yeltenir, Sünusilerin yanına kapağı atar, bir çok gürültüler, patırdılar, şaklabanlıklar, fakat neticede devletin, milletin hesapsız paralarını o uğurda heba ettikden sonra hiçbir iş göremeden döner, gelir. Çünkü İtalyanlar Trablus’a da Bingazi’ye de büsbütün yerleşirler, yerleştiklerini bize Uşi Muahedesiyle tasdik ettirirler, fakat o budala bizim gibi kendinden daha budalalarını bulduğu için yine bir kahraman tavrıyla İstanbul’u keser, biçer. Cemiyet-i mukaddesenin ma‘hud bıçkınlarıyla ittihadında devam eyler. Birgün hep birden bir tulumba kaldırır, bir yangına gider gibi Babıali’ye hücum ederler, bî-çare Kamil Paşa’yı devirirler. Hükumeti büsbütün ele alırlar. Bu fütuhatdan [zaferden] sonra, o tulumbacıların, o alayın başında bulunmuş, Nazım Paşa’yı vurmuş, heyet-i vükelayı yere sermiş olduğu için bu azgın herif kabına sığmaz olur, kendini bu mülkün fatihi, sahibi, hakimi sanır, ne yaptığını bilmez; çıldırır.
Tâli‘in [kaderin] cilvesine bakmalı ki o esnalarda Almanya imparatoru, o çılgınların sertacı [baştacı] da altdan alta harb-ı umumiyi hazırlıyor. Tasarlıyordu, bu endişeler ile Türkleri de daire-i ittifakına almak, istediği gibi oynatmak çarelerini arıyordu. O sayede boğazlara hakim olur, muhasımlarına [düşmanlarına] parlak bir oyun oynardı… Ama bu oyunda saltanat-ı Osmaniye batarmış, varsın batsın! Enver yaşasın. Enver ki Almanların bütün bu dolaplarına alet oluyor; o ipsiz, hayasız arkadaşlarını kolayca kandırır. Almanya Sefareti kesenin ağzını bir parça bol açar, yalnız bu hükûmet adamlarına değil, matbuata [basına] varıncaya kadar her tarafa markları saçar. Bizde harb-ı umumi hailesine [trajedisine] sevine sevine, tepe aşağı atılırız… Netice de izmihlalimiz[yok oluşumuz] muhakkak idi. Fakat yaşasın Enver!, milleti bu uçuruma, bu tehlikeye göz göre göre sevk eden odur. Zarar yok, yaşasın Enver..
Napolyon taslağı, güya askerlikden haberdar imiş, güya bir iş görecek imiş gibi Erzurum cephesine gider. Ordumuzu mecnûnâne [delicesine] bir taarruza sevk eyler, Sarıkamış ve Kara Urgan hezimetlerine sebeb-i mahz [asıl nedeni] olduktan sonra salimen İstanbul’a dönen hep odur, yaşasın Enver!. Enver’de yaşadı, hem de ne yaşayış yaşadı, çiftlikler, saraylar, debdebeler, azametler hep ona mahsûs, ona has idi. Çanakkale’de binlerce, yüzbinlerce vatan yavruları şehid oldular. Fakat ne beis var. O kahraman-ı hürriyetimiz [özgürlük kahramanı] sağ olsun. Hasılı, Irak gitti, Hicaz gitti, Filistin, Suriye hep gitti.. lakin Enver yaşadı. Hemde vatanın o cihan-değer aksamı birer birer elimizden çıktıkça o serdar-ı ekremimiz [başbuğumuz] ihtişamını, kurumunu, gururunu bilâ-fütur [korkusuzca] artırıyordu, nihayet Bulgaristan bozuldu. İttifak-ı murabba‘ [dörtlü ittifak] dağıldı. Biz böyle perişan olduk. O koca kahraman bu izmihlale [yok oluşa/bitişe] karşı kollarını bağladı, durdu. Elemini, teʼessürünü gösterir ufak bir hareket-i hamaset [cesur davranış] şöyle dursun, böyle zelil [alçak], böyle müsahhare [tutsak] bir hayata ne derece merbût [bağlı] olduğunu if‘âliyle [hareketiyle] isbat ederek ufak bir şecâat-ı medeniye [medeni cesaret] bile ibraz edemedi. Ciddi bir tehlikenin ilk adımında en korkak bir mahluk gibi kaçtı, bir lahzacık [anlık]olsun düşünemedi ki bazen insan, hakiki bir insan için ölmek yaşamağa bin kere müreccahdır [üstündür]. Yaşasın Enver! Şimdiden sonra dilediği gibi, istediği kadar yaşasın. Böyle çirkin bir yaşayış ölümden elbette beterdir.
Yok cidden kafasız, daltaban bir halkız! Allah’dan Peygamberden korkmayarak, padişahdan bile utanmayarak en büyük adamlarımızın kalemiyle Selim-i evvel ka‘bene [kantara] çıkardığımız şaklaban Cemal’e mahza [yalnız] para şevkiyle, bu han-ı yağmadan çanak yalamak kaygısıyla ne derece tapındık. Herif müsahhareliği [uyurgezerliği], yüzsüzlüğü o mertebeye götürdü ki bir serdar-ı azam [büyük komutan] debdebesiyle Sina Cephesi’ne giderken Haydarpaşa İstasyonu’nda cakalar içinde irad eylediği ateşîn [ateşli] bir hutbenin hatimesinde[sonunda]: “Ya Mısır fatihi olarak dönerim, yahud yine bu mevkide, yine böyle alayla cenazemi karşılarsınız” demişti. Mısır’ı feth etmek şöyle dursun, bu serdar-ı acîb [şaşkın komutan] bütün Suriye’yi maddeten ve manen verdi, lakin ne vicdanından, nede bu halktan utanmadan göğsünü gere gere payitahta döndü. Kemakan [eskisi gibi] Bahriye Nezareti’ne kemal-ı azametle, debdebe ile kuruldu, hakikaten bu mülkü [devleti], bu milleti ihya etmiş gibi daima takınmaktan geri kalmadığı o sahte tavrı, o kuru ve kârı elden bırakmadı. Şanına şerefine, Suriye’deki icraatının hürmetine Tokatlıyan’da çekilen ziyafete küçük, büyük bütün ediblerimizin alkışları içinde, riyaset etmek lütfunda bulundu..
Bu tebcillerin [ağırlamaların], tekrimlerin [ikramların] sadaları pay-ı tahtımızın [başkentimizin] afakını[ufuklarını] çınlatırken paşamızın Suriye’de Neron vârî bir cinnetle, bir hunharlıkla [zalimlikle] nâhakk [boş] yere astığı mazlumların ahı Türklüğü, Osmanlılığı tutuyordu. Filistin’den doğru düşman orduları galibâne ilerliyorlar, ilerledikleri yerde Osmanlı-Türk hakimiyetini tarac [yağma] eyliyorlardı. Fakat Mısır’ın Suriye’nin o yalancıktan, o düzme fatihi, o bir nevi yeni usul müseylimetülkezzâbı[4] bütün bu fırıldaklarla, bu oyunlarla, bu düzenlerle ezelden kasd ettiği emele ermişti. Fırsatdan, o kanlı fırsatdan istifade ile vurmuş, çalmış, çırpmış, ne cinayet lazımsa kaffeten [hepsini]işlemiş, nihayet bir servet-i uzmaya[büyük serveti] dest-res olmuştu[ele geçirmişti]. Artık ondan sonra ister tufan olsun.. Ba-husûs [hele] ki şimdi can-ı azizini de kurtardı ya, isterse bütün memalik-i Osmaniye’de taş üstünde taş kalmasın.
Nazım mağşuşundan [karışık], Baha Şakir mecnunundan [delisinden] bahs etmek için makalemde lil-hamd, yer kalmadı. Kalemim böyle levsiyat [pislik] içinde yüzmekten kurtuldu. Zaten öyle efendilerin böyle uşakları olur. El-mer’u yu’rafu bi-karînihî[5]. İşte senelerden beri biz Allahı unutduk, padişahı unuttuk, cihanda mukaddes, muhterem ne varsa, hep unuttuk, amir, hakim diye bu heriflere tapındık, şimdi böyle musibetden musibete uğruyorsak bu amelimizin cezasıdır, çekeceğiz.. Adl-i ezelî ferdler gibi milletleri de ef‘âle [eylemine] göre ya mükafata mazhar kılar, ya böyle mücazata [cezaya] uğratır.
ALİ KEMAL, 5 Kasım 1918 “
[1] Sabah Gazetesi (5 Kasım 1918/1334)
[2] Büyük Britanya başbakanı Boris Johnson’un dedesi olan Sabah Gazetesi başyazarı maarif ve dahiliye eski nazırı Ali Kemal’in asıl adı Ali Rıza’dır. Kemal ismini Namık Kemal’e hayranlığından almıştır. Refi’ Cevad ve Refik Halid (Karay) Kemalist dönemde vatan haini ilan edilerek 150’lik listeye alınıp sınır dışı edilmişlerdir.
[3] Libya
[4] Müseylime bin Habib veya Mesleme, Muhammed’in sağlığında peygamberliğini ilan etmiş dini liderdir. Muhammed, kendisine rağmen peygamberliğinde israr eden Müseylime’yi yalancı/ kezzab anlamında müseylimetülkezzâb olarak adlandırdığı söylenir.
[5] Kişi yakınındaki ile bilinir, tanınır..