Peter Balakian’a 1998 PEN/ Albrand Ödülü’nü getiren ‘Kaderin Kara Köpeği’, Diyarbakır’dan Amerika’ya uzanan bir yolculuğu anlatıyor.
Peter Balakian kitabı Kaderin Kara Köpeği’nde, kendi gelişme yolculuğu içinde, aile üyelerinin bir zincir oluşturarak umutlarını elden ele, kimsenin zarar veremeyeceği bir yere götürmesini anlatır. Kuşaklar boyu bir umudu, bir direnci ve bir kararlılığı, büyük babalar, büyük anneler, halalar, teyzeler umut ve direnç zincirinde ellerinin üstünde birbirlerine aktararak acılarının üstesinden geliyor, yaşama tutunuyorlar. Zincir Orta Anadolu, Doğu Anadolu, Kafkaslar, Suriye, Avrupa ve nihayet yeni dünyaya kadar bir dünyayı sarıyor umutla ve dirençle.
Balakian ailesinin bu yolculuğunun her sayfasında ailesinden biriyle yoldasınız; bu, bir sayfada babaanne, diğerinde Peder Balakian’la, Tehleryan davasında, bir diğerinde dede doktor Balakianla birinci savaşta Osmanlı sahra hastanesinde, anneanne ile büyük kuzenlerle tehcir konvoylarında ‘yollarını artlarında bir yük gibi taşıyarak’ eşlik ediyor, bir başka yerde çağdaş Amerikan edebiyatının ustalarıyla karşılaşıyor, Saroyan’ın coşkusuna, ütopyasına ortak oluyor, halanın “Bizim ülkemiz yok ama hayalimiz var” vurgusu içinize bir başka hüzün doldururken, sizi bir kez daha bu halkın acılarını anlamaya çağırıyor.
Hayat bu mu?
Balakian, kuşaklar boyu acı çeken bir halkın acılarını kendi gelişim tarihi içinde anlatırken, “Ben sosyal değeri olan bir şey veya ‘Ermeni’ kitabı yazmak için işe koyulmamıştım, milliyetçilik için pek az sevgi vardı içimde, Ermeni etnik yaşamının öylesine dışında tutularak yetiştirilmiştim ki, hayatım geçmişi bulmak için peşinden koştuğum bir ava dönüşmüştü. Kendimi Ermenistan’ın ve ailemin başına gelen felaketle, ‘jenosid’in temsil ettiği evrensel ve ahlâki değerlerle meseleye çekilmiş bulmuştum” ifadeleriyle açıkladığı çalışmasını, büyüklerin aralarındaki konuşmaların satıraralarındaki şifreleri çözerek, sanki bir ‘puzzle’ın parçalarını tamamlar gibi, kayıp Ermeni dünyasından gelen neslin duyarlılığıyla bizleri halkının acılarına ortak ediyor. 1960’lı yılların Yeni Dünya’sında başlayan Balakian’ın gelişme yolculuğu, içinde yolculuk eden aile üyelerinin öyküleri geçen yüzyılın başındaki İstanbul’da, Adana’da, Diyarbakır’da, Halep’te, Kafkasya’da, Orta ve Doğu Avrupa’da ve Amerika’da geri dönüşlerle sürüyor. Ve onlar bu yolculuklarına hiçbir ülkeye ait olmayarak ‘mitolojik bir pasaportla’ devam ediyorlar. Kitabın sayfalarında, “Tam olgunlaştıkları, coşkulu ve yeni şeyler yaratacakları bir anda bir yazar kuşağının 1915’te susturulması, peşimi bırakmayan bir hayalet gibi aklıma gelip durur” satırları sizi İstanbul’dan sürülen aydınlarla, sürgün konvoylarında can veren 1736 Ermeni aydınının trajedisini anımsatacak.
Balakian, bir başka trajedilerini de “Yurttaşlık hakkımız olan yas eylemlerimizi protesto eden” Türk örgütlerinin Ermenilerin anma toplantılarını basarak engellemelerini şaşkınlıkla ifade ederek, “Türk hükümetinin bize ve dünyaya gönderdiği mesaj şudur. Bu suçtan kendimizi arındırmak için biz bir şey söyleyeceğiz, vicdanımız yok bizim. Biz yalnızca kurbanların ve onların soyundan gelen insanları susturmak istiyoruz” sözleri yıllardır süren bir haksızlığı işaret ediyor.