Osmanlı Meclis-i Mebusan’ın Taşnaksutyun’lu Van Mebusu ve eski ‘fedayi’ Vahan Papazyan’ın ‘Anılarım’ı 3 cilttir. İlki 1950, ikincisi 1952 yılında yayımlanmış; sonuncusuysa 1957 yılında tamamlanmıştı. Elinizdeki ‘Anılarım’ın 2. cildidir. Ve bu eser, parlamenter tarihimizin çok önemli bölümünü oluşturan fırtınalı II. Meşrutiyet dönemini içerir. II. Meşrutiyet’in, öteki tarihinin öteki tarafından ayrıntılı bir tasviridir. Vahan Papazyan’ın bu önemli döneme denk gelen deneyimlerini
Hrant Dink yayınlamayı planlamıştı. Ancak yaşamı herkesin gözü önünde ve herkesin bilgisi dâhilinde alçakça sonlandırıldığından ne yazık ki gerçekleşemedi bu. Bizler de, onun ardından uzun yıllar yayınlamaya olanak bulamadık; ancak şimdi ölümünün 17. yıldönümünde Dink’in vasiyeti olarak biliyoruz.
Hem Ermenilerin, hem Türkler açısından heyecan verici bir dönem olması nedeniyle
‘Anılarım’ın ortasından, yani 2. cildinden başladık. II. Meşrutiyetin ilanı Osmanlı halkları için yeni bir başlangıçtır. Her başlangıçta olduğu gibi bir coşku ve heyecanla karşılanmıştır. Meşrutiyetle Ermeniler ve Türkler heyecanlı bir başlangıç yapmışlardı. Kitapta ayrıntılarını okuyacağınız gibi, İstanbul’da Müslüman ve Ermeniler topluca Ermeni Mezarlığı’na giderek İstibdat rejiminde katledilen Ermeni Devrimciler için birlikte duayla katlamışlardı. Ancak bu balayı kısa sürmüş; Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaksutyun) yayın organı Troşak’ın (Bayrak) Temmuz sayısında talepler
umutla sıralanmışsa da Eylül ayı itibariyle coşku yerini endişeye bırakmıştır. Troşak Eylül ve Ekim sayılarında endişelerini sıralarken yazı, “Ermenileri katledenler eliyle Ermenistan’a ıslahat tatbiki
imkânsızdır,” diye bitiyordu. II. Meşrutiyetle birlikte başlayan bu çatışmalı-uzlaşmalı birliktelik Soykırım’la sonuçlanacaktır.
Papazyan, bu süreci ayrıntılarıyla aktarır. Taşnakların temel düşüncesi, Meşrutiyet ilanının
Osmanlı Devleti için olumlu bir hareket olması nedeniyle, bütün ilerici güçlerin işbirliği içinde onu koruma ve kurumsallaşmasını sağlamaları gerektir biçimindeydi. İttihat ve Terakki yöneticileriyse, Ermeni taleplerini mümkün olduğunca geleceğe öteleyerek çürütme diyeceğimiz klasik Osmanlı
politikasını başından itibaren inatla sürdüreceklerdir. Papazyan aşina olduğumuz bu politikayı şu sözlerle ifade ediyor: “Memleket anarşi içinde; idarî mekanizma bozuk; gerici unsurlar henüz tamamen ezilmiş değil. Önce Meşrutiyet’i sağlam temeller üzerine oturtmak ve onun için
de bizden fiili yardım istiyorlar. Her şey normale dönünce, o zaman Ermenilerin talepleri ele alınacak.”
Ancak o normalleşmeye hiçbir zaman geçil(e)meyecektir. Esasen baştan beri niyet de yoktur. Van
İttihat Kulübü’nün, propagandistleri Ömer Naci şerefine düzenlediği bir yemekte, aynı masada hep beraber oturdukları sırada, Ömer Naci Bey kadehini kaldırarak yaptığı konuşmada baklayı ağzından çıkardığını ve hatta sürecin daha başında olduklarının haberini verdiğini söyleyebiliriz: “Biz Türkler Avrupa medeniyetinin ve sizlerin çok gerisindeyiz… Sizler çok ilerdesiniz… Eğer bir arada kardeşçe
yaşayarak, birlikte aynı çizgide yürüyeceksek, bizlerin de sizlere yetişebilmemiz için duraklamanız gerekecek, aksi halde sizlerin ilerleme hamlenize engel olmak için eteklerinizden asılmak zorunda
kalacağız.” Bu sözlerle ilgili olarak, Papazyan’ın, “ince bir nükteye büründürülerek söylenen bu sözler biz dinleyenlere çok şey anlatıyordu,” cümlesi anlamlıdır.
Papazyan, Meşrutiyet’in ilk yılında Ermenilerin, siyasî anlamda, Osmanlı’dan kopmayı düşünmediğinin altını çizerek, Taşnak Batı Bürosu’ndan Agnuni’nin “Türkiye ve Avrupa arasında bir pencere açmak; bir yandan onları batı uygarlığıyla tanıştırırken, diğer taraftan da içte idarî ve kültürel özerklik konusunda Türkleri arzularımız çizgisine getirmek lazım,” şeklindeki ifadesi naif düşünce olmakla, devrimci özgür düşünce sahibi Batı Ermenileri daha farklı yaklaşım içindedirler: “Biz gerek eski ve gerekse yeni Türkleri iyi tanırız. Eski rejim taraftarları ve onların arkasındaki kitle, Meşrutiyet’in getirdiği yeniliklerin anlamını uzun zaman kavrayamaz. Şeriatçılar eski örf ve adetlerin çiğnendiğini öne sürerler. Biz, bir nefes alabilmek ve kırılmaz bir cephe oluşturmak için, tabii ki Meşrutiyet’in getirdiği yeniliklerden faydalanmalıyız.” Bu günden bakınca, Batı Ermeni eylemcilerinin görüşünün daha gerçekçi ve gerçek olduğunu söyleyebiliriz.
Papazyan, Meşrutiyet’in başta Ermeni basını olmak üzere Ermeni cemaatinin her alanda olumlu ve verimli bir uyanışın başladığının başka örneklerini de verir. Meşrutiyet’in kazanımlarından biri olan Ermeni Millî Anayasası’nın tekrar yürürlüğe konması ve meclisin yeniden açılması, Ermeni cemaatinin sorunlarının ve çözüm önerilerinin tartışılmasını kolaylaştırılması ve Ermeni cemaatinin ortak sesinin yansıtılması bakımından önemli bir imkândır. Bu toplantılarda ortaya çıkan sınıfsal ayrışmalara, tartışılan fikirlere ve kişilere ilişkin ayrıntılı bilgiler, Ermeni cemaatinin Meşrutiyet dönemindeki resmini çizmesi bakımında önemlidir.
Selanik merkezli İttihat, Meşrutiyet’in getirdiği imkânlarla taşrada örgütlenme bağlamında bir model belirlemiştir. Tarihî Ermenistan’daki bu gelişme bir anlamda, Meşrutiyet’in en önemli gerileme basamaklarından biridir; çünkü özellikle doğu vilayetlerinde Türk nüfus da az olduğundan, kulüp idarecileri Kürtlerden tayin ediliyorlardı. Bölgenin yerlisi mülk sahipleri, devlet memurları ve hatta
tefeci, cani ya da sahtekâr unsurlar kulüp yöneticisi olmak amacıyla alelacele İttihat’a üye olmaya başladılar. Bu süreçte İttihat’ın eski rejimle buluştuğunu söylemek yanlış olmaz. Bunun yansımaları da gecikmez; nitekim Nisan 1909 Kilikya Katliamları bu buluşmanın meyvesidir. Böylece, Papazyan’ın ifadeleriyle, “O Meşrutiyet Kulüpleri giderek iğrenç kişilerin toplandığı inler haline dönüştü. Yeni yetkililerin amaçları da zaten taşradaki bu nüfuzlu kişilerden yararlanmaktı, çünkü onlar cahil ve fakir halk arasında otorite sayılıyorlardı ve korku yaratmışlardı. Onların kötülüklerini ortaya çıkarmaya ve de oy vermemeye kimse cesaret edemezdi… İşte böylece Meşrutiyet’i, bu gibi gerici ve güvenilmez kişilerin desteğiyle ‘tahkim’ ediyorlardı.”
Papazyan, merkezî idareci ve memurların, Kürt beylerini de, gasp ettikleri arazi ve malları yasallaştırarak kendi yanlarına çekmeleri sonucu o aşiret liderlerinin, kendilerini daha da güçlü hissederek işgal, tecavüz ve gasplarını sürdürdüklerini; bütün bunların hedefinin Ermeni halkı olduğunu; içerideki gericiler yetmezmiş gibi, Bakü’deki Ermeni katliamlarının düzenleyicileri olan Ahmed Ağayev ve Merdan Topçubaşov gibi pan-Turancıların İstanbul’a gelişlerini ve bunların İttihat’a yerleşmeleriyle İttihat’ın değişim sürecini inceliyor ve Cemiyet’in, 1911 Selanik Kongresi’ndeki resmî dönüşümü mercek altına alıyor. Artık Osmanlıcılıktan Turancılığa sıçranmıştır. İttihat, her yoldan ülkenin eski nüfuzlu kesimine, okullu olmayan askeriyeye, mollalara, şeyhlere, Kürt, Arap ve Arnavut ağa ve beylere kendisini sevdirmeye çalışmaktadır; “İslamî kutsallara, feodal haklara, cinayet faillerine, dinî kesime dokunmamaya çalışıyordu, çoğu zaman meşrutî fikirler ve
demokratik prensiplerle çakışmak pahasına..”.
Böylece Meşrutiyet karşıtı gerici kesimlerin gitgide daha özgüvenli olduklarını; Silah dükkânlarının kısa zamanda boşaldığını; ‘gâvurları katletme’ tehditleri; haremden dışarı çıkmaya cüret eden kadınların katledilmesi gibi olaylar yaşanmaya başladığını; Taşnaksutyun’un da bu tehditkâr atmosfer içinde Türkiye Ermenilerine kendilerini savunma çağrısı yaptığını detaylı olarak seriyor önümüze Papazyan. Büyük Devletler’in Osmanlı politikasındaki köklü değişikliğini tartışıyor. Meşrutiyet’i ekonomik açıdan tahlil ederek, gelişmeleri mercek altına alıyor: “Ülkede üretim yerinde sayarken, giderler büyük adımlarla ilerlemekte. Ülkede ekonomik üretim yoktu… Yalnız tüketiliyordu. “Adlî ve hukukî kapitülasyonların kaldırılmasına karşın verilen devasa ekonomik kapitülasyonları örnekliyor. Meclis-i Mebusan’ın açılışını ve Meclis’e girişlerini anlatıyor: “… Armen Garo ve Vartkes’le birlikte Meclis kapısından içeri girdik. Taşradan gelmiş bir köylünün, bir tiyatro salonuna girmesi gibiydi benim Meclis’e girişim.” Meclis bileşimini paylaşırken, bileşimden hareketle zihniyete vurgu yapıyor: “Ortak düşünce Hıristiyan düşmanlığı.” Ermeni mebusların, Meclis’te savundukları adem-i merkeziyet prensibine karşı, askerî ve idarî mekanizmayı elinde tutan İttihat’ın, buna merkezî, tekçi ve eklektik bir program dayatmasını örnekliyor.
“Doğu Rumeli’de genel müfettişlik yapmıştı; ona İttihat’ın yönetim kadrosunun ruhanî babası denebilirdi. Genç valiler ve mutasarrıflar onun eli altında yetişmiş ve daha sonra da Ermeni
katliamlarını gerçekleştirmişlerdi,” cümleleriyle, Hilmi Paşa’nın sadarete getirilmesi örneğiyle, İttihat’ın, yönetimi güvenle hamilerine verip geri planda tepkileri izleyerek tekçi rejimi inşa edişini eleştiriyor Papazyan. 31 Mart Olayı’nı Meclis’ten naklediyor; Mebus Hallaçyan’ın cesaretli konuşmasını paylaşıyor: “Biz buraya Osmanlı halklarının oylarıyla geldik. Milletin vekilleri vicdan ve kanaatlerini süngülerin gölgesinde pazarlık konusu edemez… Alçalmaya izin veremeyiz… Bunlar—eliyle hocaları ve kapıda duran süngülüleri göstererek—bu salonu terk etmelidirler. Onların arzu ve önerilerini dinledik. Bu insanların ve silahların tehdidi altında durumu tartışıp bir karara varmamız mümkün değil.” Ermeni mebusların Meclis direnişine Adana’da yürütülen katliamlarla cevap verilmesi ve katliamların tüm Kilikya’ya yayılması ilginçtir. Ermeni Mebuslar katliamlara karşı
öfkelidirler ve sözlerini sakınmazlar: “Sözlerim Meşrutiyet’i getiren orduya ve hükümetedir. Hani, nerede sizlerin o güzel, uğurunda mücadele ettiğiniz ve bozulmaz olarak muhafaza etmeye yemin ettiğiniz düsturlar… Meşrutiyet düsturlarına sadık masum bir halkın kırılmasına niçin müsaade ettiniz? Katil Abdülhamid’ten farkınız ne? Bizim de silaha sarılmamızı mı istiyorsunuz?”
Gerici hareket daha ilk günden itibaren diriliğini ve etkisi devam ettiriyordur. Kilikya’daki katliamların meclise yansımasıyla, Ermeni mebusların cesaretle savunma yapıp İttihat’ın uygulamalarına yönelik eleştirilerini Murat Boyacıyan üzerinden aktarıyor: “İstibdat günlerinde dağlarda çarpıştık, acaba Meşrutiyet devrinde de yeniden dağlara çıkmaya mecbur mu olacağız?” Papazyan’a göre, Ermeni mebuslar ve Ermeni Millî Meclisi önemli taleplerde bulunurken, özellikle Kilikya olaylarından sonra, bilinenin aksine Taşnaklar silahlanmayı hiç elden bırakmamışlardır.
İttihat’ın 1911 kongresinden sonra Türkleştirme süreci hızlanmış; Ermenilere karşı düşmanca tutum belirginleşmiş ve taşra ve merkezde Kürtlerle gerilim artmıştır. Taşradan hem meclisdeki mebuslara, hem de Patrikhane’ye şikâyet rapor ve telgrafları yağmaktadır. İttihat Kulüplerine üye Kürt eşkıyalar saldırılarına korkusuzca yeniden başlamışlardır; yerel idare ise bu duruma müdahale ve cezalandırma
yerine, aksine her adımda Ermenilerin faaliyetlerine engel olmakta, hatta halkın özgürce dolaşımını bile engellemektedir. Meclis’te de Ermenilerle Kürt mebusların ilişkileri iyice gerilmiştir. Bütün bunlar, Ermenilerin mücadele şartlarının nasıl oluştuğunun ipuçlarını vermektedir.
Taşnaksutyun’un 6. Kongresi’nde alınan, güvenlik sorununun hâlâ ilk sıradaki yerini korumakta olduğuna dair önemli kararın, Taşnak–İttihat ihtilafı ve Teşkilat-ı Mahsusa‘nın kuruluşunun sonucu
olup olmadığı sorusunu sormaktan kendimizi alamıyoruz. Teşkilat-Mahsusa ilk uzmanlığını Trablusgarp ve Bingazi’de geliştirmektedir o sıralarda. Papazyan, İttihatçıların 1911 sonlarında Ermenilerin takibine yönelik taşra teşkilatlarına talimat yollandığını iddia ediyor: “1911 sonlarında İttihat merkezinden, taşradaki kulüplerine, dikkat çekmeden ve dolaylı olarak, Ermenilerin millî, ekonomik, kültürel ve eğitim alanındaki atılımlarını kısıtlamak ve siyasî parti faaliyet ve
etkinliklerini sıkı bir şekilde gözetmek için gizli talimat gönderilmişti… İttihat Kulüpleri, Ermenilere nefret yüklü ve düşman canilerin yuvalandığı yerler olmuştu. Bunlar her ortamda açıkça kıyım tehditleri savuruyorlardı. Kamu kuruluşlarımızda çalışanları ve parti üyelerimizi entrikalarla tutuklayıp hapse attılar.” Uygulamalar Soykırım’ın provası gibidir. Soykırıma giden yolların taşları döşenmektedir. O sırada İttihatçıların gerçekleştirdikleri Bab-i Ali Baskını tek parti diktatörlüğüne giden sürecin aşamalarından biridir. Nitekim Troşak gazetesinde yayınlanan ve ‘Ölümcül Aldatma’ başlıklı başyazı umutsuz bir tahminle bitmektedir: “Eski veya Genç (Jön) Türkler, böyle giderse, Ermenileri ve Ermenistan’ı yeryüzünden silmeyi başaracaklar…”
Kitapta, Islahat taslaklarının şekillenmesini ve serüvenini de okuyoruz. Dünya Savaşı’nın ayak seslerini; Ermeni gönüllü birliklerinin oluşum ve savaşta alınacak pozisyonlarla ilgili tartışmaları;
direniş öncesi Van’ın ‘meşru müdafaa örgütlenmesini; Hınçak gençlerinin tutuklanmalarını; savaş başında Bitlis ve Muş olaylarının ayrıntılarını; Hamidiye Alaylarının yağma ve katliamlarının nasıl
yayıldığını okuyor ve adım adım Soykırım’a nasıl gidildiğine tanık oluyoruz. Papazyan kendi cephesine dönük olarak, örneğin, Muş içerisinde kısa bir süre için bile olsa, Van türü bir direnişin meydana gelmesi ve Ruslarla birleşmek mümkünken bunun dikkate alınmaması gibi özeleştirilerde de bulunuyor. O trajik süreçte, insana dair anekdotlar da paylaşıyor: “Küçük bir eve yerleşmiştik, eşim, Vratsyan, Navasartyan ve 2-3 fedayi. Eski halı ve kilimlerin üzerine uzanmıştık. Bir gece çok yakınımızdan bir bebek ağlaması işittik; epeyce bir süre devam etti. Başımızı kaldırınca bir de
ne görelim? İri yarı ve sert bakışlı fedayilerimizden biri, kucağında anca 6 aylık bir bebekle içeri girdi:
— Aman oğul… O bebek de nereden çıktı?
— Hiç… Dışarıya koymuşlardı… Zavallı kuzucuk sahipsizdi…
Rahatsız ettim sizi, özür dilerim. Yetimin karnı aç her halde…
Ne yapabilirdik? Onu evlat edinecektik. Kalktık, Rusların
tükenmez stoklarından bir şeker torbası açarak, biraz şekerli su yapıp
içirdik. Ağlamasını kesti ve uyudu.
Sabah şafakla birlikte, aynı asker alacakaranlıkta dışarı çıkmıştı. Elinde bir kapla, sevinçle içeri girdi. Sahipsiz ineklerin birinden süt sağmıştı. Isıttı ve bir anne şefkatiyle parmağını süte batırıp bebeğin
ağzına sokarak besledi. Ricat başladığında da bebeği yanında götürdü. ‘Karım yok, çocuğum yok… Belki de kaderim budur…’ diyordu.”
Özetle Vahan Papazyan’ın ‘Anılarım’ı, Ermenilerin karşılaştıkları şartları ve yaşadıkları tarihsel dramı kimsenin anlamaması bir yana, kimsenin umurunda da olmadığının ayrıntılı tarihsel öyküsüdür. Papazyan’ın yüz yıl öncesinin tasvirinde olduğu gibi, yüz yıl sonra da Artsakh-Karabağ’da insanlığın gözü önünde naklen yayında yaşanan insanlık trajedisi, ‘evrensel insanlık değerleri’nin bir tevatürden ibaret olduğunu göstermekte değil midir?