Osmanlı’da milliyetçilik[1] bölücü etkileri nedeniyle XX. Yüzyıl başlarına kadar tehlikeli bir ideoloji olarak görülmüş ve Müslüman yönetici zümre gizliden gizliye Türk milliyetçiliğini geliştirmekle beraber, uluslaşma sürecindeki Osmanlı halklarının kimlik arayışlarını önlemeye çalışmıştır[2]. Türk milliyetçiliği Türkçülük akımı şeklinde ancak 1911 den sonra, Araplar ve Arnavutlar arasında milli uyanışın başlamasıyla açıklık ve resmiyet kazanmıştır. Ne var ki bu dönemde geliştirilen Türk milliyetçiliği, Batı’da aynı ideolojinin XIX. Yüzyıl sonlarında aldığı şeklin etkisi altında kalarak şekillendiğinden, yayılmacı bir ulusçuluğun sloganlarına sarılmıştır. Kemalist dönem yada Atatürk milliyetçiliği yeni koşullara uydurulmuş İttihatçı milliyetçilik bir versiyonu olarak tanımlanabilir.
Osmanlı/Türk toplumunda kırılma olarak 1922 tarihi verilir. Ancak 1922 önemli değişikliklerin başlangıcı olmakla birlikte bir kırılma bir ideolojik kabuk değiştirmenin miladı değildir. 1922 den sonraki değişim aslında Tanzimat’tan beri süregelen ideolojik devamlılığın ürünüdür ve aynı zamanda ideolojinin berkitilmesi ve günümüze uzanmasını ifade eder.
Aslında Reform/Islahat gerek Osmanlı gerekse devamı olan TC’nin genetiğine uymaz. Bu bakımdan ne zaman reform, ıslahat gibi sözler bu coğrafyada dolaşıma sokulsa halklar için yıkımdan/ölümden başka bir anlama gelmemektedir[3].
Tanzimat reformlarını da bu şekilde okumak gerekir. Abdülhamid Tanzimat/ıslahat geleneği çocuğudur. Hamidi dönemi onun cisimleşmişi olarak alırsak Kemalizm’e de kristalize olmuşu demek doğru olur. Özetle, reform hareketleri Tanzimatçı bir espriyi temsil eder.
Tanzimat öncesi merkezin gücü özerkliğini kabul ettiği çevreyle olan kopukluğunda yatar[4]. Tanzimat bundan böyle merkezin ortaya koyduğu projelerin gerçekleştirilebilmesi için önce keşfedilmesi ardından da sorumluluk kazandırılması gereken Osmanlı tebaasına bağlı olacaktır. Tanzimat paşası Ali Paşa’nın “bu devlete bir millet gerek!” sözü tamda hayali cemaate, tasarlanmış ulusa denk gelir[5]. Bu bakımdan Tanzimat reformları idari nitelik taşımaz. Siyasi niteliktedir. İktidarın dolayısıyla devletin bekasına yöneliktir. Çoğulculuğun yok edilmesi yeni rejimin temel karakteristiğidir.
Tanzimat ve onu izleyen Hamidi ve Jöntürk dönemlerinde devlet ve devletin önde gelenleri[6] önce Osmanlıcılık sonra Müslümanlık söylemine karşın Türkçülük bağlamında düşünmektedirler. 1876 anayasasının 18. maddesinde resmi dilin Türkçe olduğunu kaydedilmesi boşuna değildir. Pan-İslamizmin kurucusu Abdülhamid’in dini inançlarında bağnazlık şöyle dursun samimi olup olmadığı dahi şüphelidir. Sultan Hamid’in dindarlığı bir ahret işi olmaktan ziyade bir siyaset aracıdır. Hamid kıvrak zekasıyla 1877-78 Osmanlı-Rus savaşının ardından kendisine karşı yönelecek tepkiyi önlemek ve Tanzimat’tan gücenik grupların liderliğine soyunarak kendisine bir meşruiyet zemini yaratmıştır. Tanzimatla başlayan devletin reorganizasyonu ya da kurtarılması Abdülhamid’in de en önemli gündemidir. Hamid Tanzimat’ı daha ileri götürür. Bave Kürdan aslında Türk milliyetçiliğinin babasıdır.[7]
Tanzimatla birlikte kardeşçe bir arada yaşama retoriği dolaşıma sokulur. Ancak bunun mekanizmalarını kurmakta ise isteksizdir. Zaten böyle bir perspektifi de yoktur. Osmanlılık da, herkesin kendi kimliğiyle birleşebileceği kapsayıcı nitelikte tanımlanmamıştır. Birleştiriciliğin aksine diğer kimlikleri yok etmeye yönelik olarak tasarlanmış, tanımlanmış ve uygulanmıştır. Bu niteliğinden dolayı Türklerin dışında kalan unsurların bu yeni kavramı “Türkleştirme”nin uygulama aracı olarak görmelerine yol açmıştır. Osmanlıcılık diğer kimlikleri folklorik düzeye indirgemenin aracı rolü oynar. TC kimlik yaratma sürecinde Tanzimat geleneğinin en büyük mirasçısı olduğu Osmanlı uygulamasından fazlasıyla etkilenmiştir. TC, Tanzimat ve Hamid’ten daha ileri giderek her türlü ikili kimliği silme temel politikasını uygular. Üst kimlik ayrıların buluştuğu veya buluşmasını sağladığı bir zemin olarak değil ayrılığın ortadan kaldırılması işlevini yerine getirmektedir. Ancak süreç ayrılıkların altını çizici bir yönde gelişecektir.
Abdülhamid, 1878 tarihihinden itibaren imparatorluğu yeniden şekillendirir[8], bu yeni şekillendirmede Tanzimatın bir arada yaşama retoriği terk edilir. Birlik ve selamet kavramıyla ifade edilen bu yeni yönelim, öne çıkarılan milli motif (islam) dışında kalan unsurların kimliğini dışlama ile birlikte bu kimliklere karşı bir saldırıyı da içerir[9].
Abdülhamid’in yeni meşruiyet ideolojisi, toplumda yeni bir dayanışma temeli ve ilişki biçimini tarif eder. Abdülhamid, İslamı, bir savunma ideolojisi olarak tanımlayarak bu temeli oluşturur. Öte yandan bu refleksin yalnızca Osmanlı İmparatorluğu’na özgü olmadığı, diğer meşruti monarşilerin de meşruiyetlerinin zeminini güçlendirmek için uyguladıkları benzer politika değişiklikleri ortak yönelimi ifade eder.
Abdülhamid’in, farklı etnik ve dinsel grupların oluşturduğu imparatorluk yapısı içinde, bu yeni meşruiyet zemini, sadece Müslümanlar açısından bir dayanışma fikrini güçlendireceği ve Hıristiyanları bunun dışında bırakacağı açıktır. Bu bakımdan Sultanın izlediği politikanın gerekçeleri, sonuçları ve politika değişikliği açısından 1878 yılının kritik bir dönüm noktasıdır. Abdülhamid döneminde (1876-1909) Osmanlı hilafetinin, Müslüman uyrukları arasında yeni bir dayanışma temeli yaratmayı amaçlayan bu önemli bir girişim, Habsburglar ve Romanovlar gibi dönemin öteki meşruiyetçi monarşilerinin giriştiği siyasalara çok benzer niteliktedir. ‘resmi milliyetçilik’ olarak adlandırılan siyasa, ideolojik olarak kuşatılmış mülti-etnik imparatorlukların yönetici hanedanları tarafından ‘millî’ motiflerin öne çıkarılarak imparatorlukların yeniden şekillendirilmesidir.
Bu bağlamda ve kendi tarihsel rengini kullanarak, Osmanlı hilafeti, kendisini yeni bir mistik, yeni bir benlik imgesiyle doldurmaya çalışır. Hamidî dönemin ‘birlik’ ve ‘selâmet’ gibi kilit kavramlara yaptığı bu yeni vurgu, kararlı bir biçimde, daha baskın hissedilen bir ihtiyaca, yani imparatorluğun Müslüman halkı içindeki birliğin öne çıkarılması, diğerlerinin arka plana itilmesidir. Siyasalar ve öncelikler açısından, 1878 yılı, Osmanlının kendini değerlendirişinde temel bir değişikliği temsil eder. O zamana değin bu kadar açık bir biçimde başvurulmayan böyle bir politikanın izlenmeye başlamasının imparatorluğun uğradığı ağır yenilgilerle ve güvensizliğe yol açan kayıplarla ilişkilendirilir. Müslüman ahali, Tanzimat’ın Müslüman ve Hıristiyanları kanun önünde eşit ilan etmesinin kendisinde yarattığı gücenikliği ve Avrupa’nın esasen Hıristiyan nüfusun koşullarının iyileştirilmesi için yaptığı baskıyı bu yeni meşruiyet zemini içinde telafi edebilecektir. Abdülhamid, imparatorluk toprakları birbiri ardına koptukça halk arasında yaygınlaşan ümitsizlik hissiyatından yararlanarak toplumu yeniden şekillendirir. Bu durumu, Albert Hourani’yi şu sözlerle ifade eder: Avrupa eyaletlerinin çoğunun yitirilmesi, imparatorluğun niteliğini değiştirdi. Bir Müslüman dünyanın siyasal bağımsızlığının son tezahürü olarak, ister Türk olsun, ister Arap, Müslüman uyruklar, eskisinden de yoğun düzeyde, düşmanları tarafından kuşatıldıkları duygusuna kapılmış durumdaydılar.
Abdülhamid’in Pan-İslamizm olarak adlandırılan diğer kimlikleri açıktan dışlayan bu yönelimi, döneminin çağdaşı 19.yy’daki mülti etnili imparatorluklardaki (Çarlık Rusyası ve Avusturya-Macaristan) imparatorluğun ‘milli’ motiflerinin yeniden kurgulanarak diğer kimliklerin dışlanmasını kapsayan resmi milliyetçilik olarak tarif edilen yönelime denk düşer. Rusya’dan Müslümanların yada Dağıstan-Çerkes halklarının dışlanması da bu konsept içinde açıklanabilir. Avusturya-Macaristan resmi devlet dilini Latince’den Almancaya çevirir. Çarlık Rusyasındaki Ruslaştırma politikası çerçevesinde diğer dillere ve kimliklere baskılar sistemleştirilir. Müslümanların yanında Ermeni ve Gürcü dilinde eğitim yapan okullar kapatılır. Kısacası imparatorluğun yeni konseptte tepeden yeniden şekillendirmesi temel politikadır.[10]
Resmi milliyetçilik politikası, boyunduruk altındaki halkların eğitim ve dünya görüşü aşılama yoluyla bütünleştirilmesi ve asimilasyonudur. Ruslaştırma, Osmanlıcılık ve Kaiserricher Nationalismus denen şey ulus devlet derisinin koskoca imparatorluk gövdesine örtülebilecek şekilde gerilmesidir.[11]
Osmanlı imparatorluğunun aldığı yeni renk birlik ve selamet konseptinde gayrimüslimlerin dışlanması öne çıkacak, 1890 dan itibaren gayrimüslim unsurlar açısından birlik ve selamet kavramları ebedi olarak ortadan kalkacaktır. 1890 dan itibaren bu politikaya Hamidiye alaylarıyla birlikte şiddet eşlik edecektir.
Bu birlik ve selamet 1.jöntürklerde birlik ve ilerleme, 2.jöntürk döneminde birlik ve beraberlik olarak kesintisiz olarak günümüze uzanır. Jöntürk’lerde ise İslami motif yerini açıktan Türklüğe bırakacaktır. İslami motiflerin öne çıkarılması ve 1894-96 yıllarını kapsayan diğer kimliklerin yok edilmesi politikasına karşı saldırıya uğrayan halkların/kimliklerin direnişi de öne çıkar. Bu Ermenilerde yoğun silahlı direniş ve siyasallaşmayı getirirken, yoğun İslamlaşma da eşlik eder. Müslüman olmayan halklarla birlikte Kürt Ezidi halkı da yoğun Müslümanlaşma baskısı altındadır. Bunların bir kısmı göç eder bir kısmı ise İslamlaşır. Diğer Müslüman mezhepler yoğun Sünni İslamlaşma tehdidi altındadır. Hamid Şii Müslümanlara da yönelerek bunların yoğun olduğu bölgelerde misyonerlik faaliyeti yürütecek elemanlar görevlendirir. Resmi mezhebin dışında kalan kimlikler bu yoğun saldırı göğüslemek zorunda kalmışlardır. Hıristiyanlar ise baskıyı yoğun olarak canlarında hissedeceklerdir. Unutulmamalıdır ki, saldırıya uğramışlık zihniyeti içine kapalı kalmak, kurban için saldırının kendisinden de yıkıcıdır. Üstelik bu bireyler için geçerli olduğu kadar toplumlar için de geçerlidir.
Hamid’in kişiliği ve dönemin karakteristiği gereği, Türk milliyetçiliği gibi Türk kimliği de tehdit altında oluşturulmuştur. Bu niteliği gereği de bu kez Türk kimliği diğer kimlikleri kuşatıcı ve tehdit eder hale gelmiştir. Resmi kimliğin dışındaki kimliklerin üzerindeki baskının sürekliliği ve kalıcılığında otokrasinin sürekliliğinin de etken olduğunu söyleyebiliriz. Zira özgürlükçü bir projenin yokluğu nedeniyle, Avrupa’ya açılma eylemi gittikçe daha otokratik bir sistemin yerleşmesini de beraberinde getirmiştir. Bu otokratik ve baskıcı çizgi Mahmud’dan Abdülhamid’e ve M. Kemal’e kesintisiz bir çizgi izlemektedir. 1877 ve 1909 yılları arasında büyük savaşların meydana gelmemesiyle dikkatleri çeken uzun hükümdarlık dönemi Hamid’e imparatorluğa yeni bir kimlik haritası tasarlama imkanı sağlamıştır.
Hamid imparatorluğun Anadolu’ya çekilmek zorunda olduğunu anlamış gibidir.-Goltz paşanın 1890 larda çizdiği sınırlar misak-i milli sınırları ile örtüşmesi anlamlıdır.- Yeni doktrininin amacı bu nüveyi homojenleştirmektir. Hamid’in ideolojik savunma hattı mezheb-i resmiye olarak kabul gören sünni-hanefi mezhebinin tahkimatı, yayılması ve diğerlerinin dışlanması üzerine kurulurken, eski bir siyasi birim olan bir etninin tam teşekküllü bir siyasi ulusa dönüştürülmektedir.
Hamid’in ardılları Jön-Türkler (İttihat ve Terakki) ise tartışmalı ve utanç verici Balkan yenilgisinden sonra yüzünü Anadolu’ya dönerek iç düşman olarak nitelediği Gayrimüslim unsurlara doğrudan yönelir. İmparatorluk sınırlarında kalan gayrimüslimlerden Rum ve Ermeniler bağımsızlıklarını elde eden diğer uluslar gibi belli bir bölgede çoğunluk iddiasında değillerdir. İmparatorluk sınırlarında kalan Rumlar iki yönlü baskı altındadırlar, bir yanda Osmanlının diğer yanda da Yunanistan’ın baskıları üzerlerindedir. Osmanlı Rum nüfusunun coğrafi dağılımı, Rumların yerleşik olduğu bölgelerin Yunanistan’a ilhakının bir seçenek olmadığını da göstermektedir, kendilerini imparatorluk içinde yeni meşrutiyet rejiminden yararlanacak politikalar üretmek istemekteydiler[12]. 1908’de kurulan Konstantinopolis Cemiyeti, Gayrimüslim burjuvazinin mutabakatıyla da pekişecek güçlü bir Osmanlı Devleti’ne destek verme konusunda son derece heveslidir. İzmirli bir Rum Mebus Osmanlı Rumlarının milli fikrinin, imparatorluğun medenileşmesi için kendi milletlerinin bütün maddi ve manevi sermayesini seferber etmek olduğunu, Rumlar Müslümanlarla bir arada yaşamayı ve Osmanlı anayasasının bunun için yeterli çerçeveyi teyit ettiğini ifade ediyordu ki bu düşüncede olanların etkinliğini, Yunan işgali sırasında İzmirli Rumların ilhak yerine Bağımsız İonia devletini öne çıkarmalarında bulmak mümkündür.
Osmanlı/Türk artık elinde kalan son toprakları içerisinde batılı kolonyal güçlerin sunduğu örneğin peşinden giderek Devlet Anadolu yarımadası ve doğu Trakya gibi çekirdek bölgelerin homojenliğini pekiştirirken periferik bölgeleri kolonyal bir düzlem içerisine yerleştirilecektir. Kemalistlerin El Cezire İstiklal Mahkemesi reisi Hacım Muhiddin’in Doğu ile ilgili raporunda kolonyal idareden söz edilmesi anlamsız değildir. Albert Hourani’nin sözleriyle İslam dünyasının Romalılarının ellerinin altında asırların birikimi fikirler, devlet idaresi, yöntem ve aygıtları önyargılar ve pratikler vardır.
Tanzimat’la başlayıp Hamid Jöntürkler ve Kemalistler çizgisinde değişmeyen devlet felsefesinin temel ve değişmeyen yapı taşlarından biri de sosyal mühendisliktir. Devletin müdahalesi eskiden olduğu gibi toplumu nizama koymak değil, genel anlamda konuşmak gerekirse sosyal mühendisliktir. Bu doğrultuda merkezin ana hedefi “doğru” ideoloji/ resmi ideoloji ile aşılanmış güvenilir bir asli nüfus yaratmaktır. Bu asli nüfus tarifinin dışında kalan kimliklerin resmi baskı ve tehdit altında kalacağı şüphesizdir. Gerilimin kaynağında Türk kimliği ve milliyetçiliğinde içkin bu tehdit yatmaktadır.
1.Savaş sonunda Osmanlı imparatorluğunun Arap ve Balkan eyaletleri ayrı bir ülkeler halinde bölündükten sonra uluslararası konjonktür bir Türk devletinin kuruluşunun şartlarını da olgunlaştırmıştır. Ortada kurtarılacak bir İmparatorluk da kalmadığından savaş ve savaş sonrası dönem Türk milliyetçiliğinin zincirinden boşaldığı yıllar olarak tarihe geçecek, bu dönemler diğer kimlikler için acı, gözyaşı ve ölümü ifade edecektir.
1930’lu yıllar ise Avrupa’da faşizmin ve nazizmin yükselişiyle, milliyetçiliğin aldığı yeni biçim saldırgan ve ırkçı bir ideolojiyle benzerlerinden ayrılmaktadır. 1930’lu yıllar boyunca bu ideolojinin tilmizleri ve sempatizanları Anadolu topraklarında da eksik değildir. Daha önemlisi bu ideoloji, Ankara bürokrasisi ve siyasetçileri arasında da rehberdir. Kimi zaman uzun bir iç savaş, kimi zaman antisemitizm, kimi zaman da Türk olmayanlara dönük bir yabancı düşmanlığı (xenophobia) olarak tezahür eden bu dönem, azınlıklar[13] açısından sıkıntılı, gergin ve güvensiz on yılları ifade etmektedir.
Türk milliyetçiliği için 1.savaş koşullarında şekillenen zemin, TC’nin milliyetçi bir çizgide kurulabilmesinin olumlu koşullarını hazırlar. TC, Türk milliyetçiliğinin zaferidir. TC, Kuruluş koşulları, savaş öncesi, savaş öncesinde oluşan kamplaşma, 2. Savaş ve sonrasındaki soğuk savaş fırsatını değerlendirerek on yıllar boyu baskı ve şiddet politikasını uygular.
Bu politikanın özgül örneklerinden biri de CHP’nin Azınlık Raporudur: 1944 yılı içinde Cumhuriyet Halk Partisinin azınlıklardan ve gelir dağılımından sorumlu 9. Bürosu tarafından hazırlanan “Azınlıklar Raporu” aslında Cumhuriyetin ideolojik yapısının diğer kimlikleri eşit ve özgür yurttaş gibi görmediğini açığa çıkardığı gibi, gayri Türk diye tanımlanan kimliklere saldırıyı resmiyete dökmektedir. Büro raporunda, Çerkes, Arnavut, Boşnak vd. Müslüman halkların hemen asimile edilmeleri gerektiği vurgulanırken, Türkleşmelerinden umut kesilen gayrimüslimler için şunlar önerilmektedir:
“Rumlar, İstanbul’un fethinin 500 Yılına kadar İstanbul’un Rumsuzlaştırılması…
Ermenilerin, Anadolu’da yeniden çoğalmalarının önüne geçilerek, İstanbul’a göç etmelerinin sağlanması ve gelecekte bu mesele halledilirken, topluca iskânının sağlanması. Ermenilerin başka ülkelere göç edilmesinin kolaylaştırılarak, sayılarının azaltılması…
Yahudiler, Türkiye’den göçermelerinin kolaylaştırılması, devlet ihalelerine Yahudilerin sokulmaması, dışarıdan gelerek çoğalmalarının önüne geçmek…”
Sait Çetinoğlu
[1] Balkan Milliyetçiliğinin kurucuları olarak tanımlayabileceğimiz ilk dönem Balkan milliyetçiliğinin liderleri Korias, Velestinlis ve Levski gibi liderler, milli egemenlik temelinde bir devlet kurmak isterlerken, bu devletleri hiçbir zaman monarşi ile yönetilen, etnik olarak homojen toplumlar olarak tasavvur etmemişlerdi. Bu liderler yerli Müslümanları da tam vatandaş olarak bütünleştirecek çok etnili bir cumhuriyeti düşlemişlerdir.
[2] Bu politikayı İmparatorluğu oluşturan tüm unsurların birliğini sağlayarak imparatorluğun güçlenmesine yönelik bir politika uygulamak yerine, Türk olmayan milliyetleri birbirinin üzerine saldırtarak zayıflatmayı düşünmüş. Onları birbirine yaklaştıracak yaşam şartlarını yaratmayı başaramamış, hep birbirinden ayrı, uzak ve düşman kalmalarını sağlamak olarak özetleyebiliriz..
[3] Milliyetçiliğin İmparatorluk coğrafyasında etkili olmaya başladığı ve İmparatorlukta açıktan Türkçülüğün savunulmadığı dönemlerde, Dinsel homojenliği sağlamak ve İmparatorluğun bekası adına yapılan katliamları yıllar itibariyle kabaca: 1822’de Yunan isyanı dolayısıyla Rumlara yönelik katliamlar da 50 bin,1850’de Ermeni ve Asurilere 12 bin, 1860’ta Lübnanlılara ve Suriyelilere 11 bin,1876’da Bulgarlara 15 bin,1877-78 tarihlerinde Ermenilere 6 bin,1892’de Yezidi Kürtlere 8 bin, 1894-96 tarihlerinde İmparatorluğun hemen hemen her bölgesindeki Ermenilere sistemli bir şekilde 500 bin, 1896-97’de Giritli Rumlara 55 bin, 1909’da Kilikya’da Ermenilere yönelik katliamlar da 30 bin olmak üzere yüz binlerce Osmanlı tebası can vermiştir veya ülkeden sürülmüştür.
[4] Modern-ülkesel devlet olarak tanımlayabileceğimiz ulus devlet formuna gelene kadar devletlerin uyruklarının kimliğini kendisini tanımlama biçimine benzetme gibi bir problemi ya da uyruklarında olduğunu varsaydığı bir “ortak” kimlikle kendisini tanımlama ihtiyacı olmamıştır. Kimlik kendiliğinden ve cemaatsel bir olgudur. Burada kolektivitenin öznesi genellikle cemaattir. Modem öncesi dönemin devletleri, meşruiyetlerini uyruklarıyla paylaştıkları “ortak kimlikte” bulmazlar. Meşruiyetin temeli, geleneksel-örfî bir zemine oturmaktadır Burada örfün çerçevesini zor kullanımını meşru kılan genel bir hukuk yerine, soy çizgileri ve dinî otoriteyle uyuşma-ondan icazet alma gibi olgular belirlemektedir. Modem dönemde ise siyasal sistemler olabildiğince yaygın bir kitlesel sadakatle beslenmeye muhtaç hale gelmiştir. Bu anlamda bunalıma düşmüş bir sistemde meşruiyet bunalımı var demektir. Burada meşruiyet bunalımı dolaysız bir kimlik bunalımıdır. Bu bunalımın sahipleri öncelikle, ulus-devletin kurucularıdır.
[5] Massimo d’Azeligo’nun İtalyan birliği sürecindeki İtalya’yı yarattık, şimdi de İtalyanları yaratmalıyız sözü de aynı olguyu ifade etmektedir. Devleti yaratan millet değil milleti yaratan devlettir.
[6] Tanzimat reformları kendi dinamiklerini de beraberinde getirir. Tanzimat’la birlikte kendilerini devletin sıradan hizmetkarları olarak değerlendirenler devletin efendileri olmayı amaçlayan yeni bir asker ve bürokrat neslin doğmasına sebep olacak, sultan artık eski günlerine dönemeyecektir. Devletle olduğu zaman her şey devletten ayrıldığı zaman hiçbir şey olan bu sınıf kendi bekasını devletin bekasıyla eş görmekte, kendi menfaatleri doğrultusunda zor da dahil bütün yöntemleri kullanarak toplumun şekillendirilmesini sürdürecektir.
[7] Arsen Yarman, Palu, Harput, Çarsancak, Çemişkezek, Çapakçur, Erzincan, Kizan, ve Civar Bölgeler 1878, Adalet Arayışı, 1. Cilt, Raporlar, 2. Cilt, Derlem Yayınları, 2010.
[8] Balkan milliyetçilikleri, büyük miktarlarda toprak kaybına neden olan 1877-78 Rus-Osmanlı savaşıyla doruk noktasına ulaştı. Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu topraklarının üçte birinden fazlasını kaybetmiştir. Gayrimüslim nüfusun çoğunluğu oluşturduğu vilayetlerde kaybedilen topraklar bu oranın en büyük bölümünü kapsamaktaydı. 1878 den sonra imparatorluk sınırları içinde kalan yegane kalabalık gayri Müslim gruplar, Rum ve Ermenilerdi toplam nüfusun %20 sini oluşturan bu etnik grupların çoğunlukta olduklarını ileri sürebilecekleri belli bir bölge de yoktu. Ayrılıkçı hareketler için artık coğrafi göndermede bulunmak da güçtü Ayrıca bu gruplar için ayrılıkçılık çok da cazip değildi. Balkan deneyiminden dersler çıkararak, yüce Osmanlı İmparatorluğunun engin hakimiyetini sarsmamak için milliyetçiliğin Osmanlılık şekline bürünen dış görüntüsünden, Balkan bozgunundan sonra sıyrılma fırsatını bulan Milleti hakime’nin, yani Türklerin İmparatorlukta en son anasır olarak milliyetçi ideolojiyi açıktan sahip çıkmaları ırkçılık olarak yansıyacak ve coğrafyayı acı, gözyaşı ve kan gölüne çevirecektir.
[9] Abdülhamid’in hüküm sürdüğü otuz üç yıl (1876-1909) kritik bir dönemdir; çünkü hem şekillenme hem parçalanma yıllarını, hem yaratıcı hem de yok edici yılları kapsıyordu. Çeşitli siyasaların uzun dönemli sonuçları yüzünden şekillendirici yıllardı. Bununla birlikte bu dönem, devletin artık edilgin itaat dahil, tek taraflı ilân edilen bir kurallar düzenine aktif şekilde uymayı talep etmesi nedeniyle, geleneksel toplum dokusunun büyük bölümü açısından parçalanma yıllarıydı da. Aslına bakılırsa, Osmanlı gittikçe artan bir düzeyde Türk kimliği -bu kimlik her ne kadar evrenselci İslamî terimlerle sarılıp sarmalanmış olsa bile- almaya başladıkça, Osmanlı imparatorluğu, ‘millî olarak imgelenen bir topluluk’a doğru çekilmeye başlamıştı. Bunun yanı sıra, devletin temel düsturlarının öncelikle İslamî açıdan yeniden tanımlanmasıyla da, potansiyel fesatçı ve bozguncu olarak görülen, sayıları hiç de azımsanamayacak Hıristiyan unsurlar üstü örtülü bir biçimde dışlanıyordu. Bu nedenle, söz konusu yılların siyasaları, bu kadar çalkantılı olmayan dönemlerde, farklı inançlara sahip toplulukların hassas dengelerine olanak tanıyan istikrar açısından yıkıcı olmuştur.( Arsen Yarman, Palu, Harput, Çarsancak, Çemişkezek, Çapakçur, Erzincan, Kizan, ve Civar Bölgeler 1878, Adalet Arayışı, 1. Cilt, Raporlar, 2. Cilt, Derlem Yayınları, 2010.)
[10] Yeni iktidar meşruiyeti, “halkı” yaratmak ve bu halkı, kendi iktidarına meşruiyet sağlayacak yeni yönetim için tanımlanmış bir yeni “kimliğe” inandırmak zorundadır. Tarihin kendiliğinden akışı içinde bu “ikna süreci”nin mekanizmaları yaratıldı ve özellikle emperyalist/kolonyalist politikalarla ülkelerine refah taşıyan iktidarlar, hegemonyalarını refahın kültürel kaynağı olarak ilân ettikleri bu “tanımlanmış kimliğe” iman üzerinden inşa ettiler. Bu imanın siyaset düşüncesindeki adı milliyetçiliktir. Zamanın ruhunu geç yakalayan hegemonya sahipleri (geç ulus-devletlerin kurucuları) ise tarihin zamanında imkân tanıdığı “ikna sürecini” atlayarak, hızlı bir kimlik yaratma sürecinin müellifleri oldular. Bu sürecin politik araçları ise asimilasyon, zorla-kültürleme (transculturation), endoktrinasyon ve etnik temizlik biçimleri oldu.
[11] Bu “resmi milliyetçilikleri” anlamanın en iyi yolu, onları, tabiyet değiştirirken hanedanın Ortaçağlar’dan beri biriktirilmiş devasa çok dilli mülkleri üzerindeki iktidarını koruyabilmenin, ya da başka bir deyişle, ulusun dar ve kısa derisini imparatorluğun dev bedenini kapsayacak şekilde germenin bir yolu olarak düşünmektir. Bu yüzden Çar’ın uyruklarından oluşan heterojen nüfusun “Ruslaştırılması”, biri kadim, diğeri ise çok yeni karşıt iki siyasal düzenin şiddetli ve bilinçli bir şekilde birbirlerine lehimlenmesi anlamına geliyordu.
[12] Ancak bürokratik burjuvazi ile ticaret burjuvazisinin milliyetlerinin farlılığının yarattığı ölümcül gerilim gelişmelere damgasını vuracaktır.
[13] Azınlık kavramı siyaseten dışlanmış unsurlar anlamında kullanılmıştır.