Taner Akçam’ın üçüncü baskısı yapılan, ezber bozan Yüz Yıllık Apartheid[1] çalışması 1918-1923 sürecinde Türkiye’de Apartheid rejiminin kuruluşu ve işleyişini örnekleriyle gözler önüne sererek, resmî tarih anlatısında önemli ve onarılamaz bir gedik/yara açmıştır. Bu yüzdendir ki, akademik çevrenin, resmî tarih anlatıcılarının nutku tutulmuş, ses soluk kesilmiştir.
Sessizlik anlamlıdır. Türklük, milliyetçilik ve ırkçılık üzerine çalışanların ve yapılan çalışmaların sayısının fazlalığı karşısında bu suskunluğun sorgulanması gerekir. Bu üretken topluluğun rejimin bu niteliğini atlamaları veya gizlemelerinin verdiği hicabın ve ezikliğin söz konusu olup olmadığı sorusunu sormanın yeri olduğunu düşünüyorum. Bu bakımdan Taner Akçam’ın çalışmasının büyük ses getirdiğini ve ilerde de getireceğini söylemek yanlış sayılmaz.
Üç bölüm ve son sözden oluşan çalışma, resmî tarihin kapsamlı ve ayrıntılı bir eleştirisidir. İçinde yaşadığımız, parçası olduğumuz ve farkında olmadığımız ya da kanıksadığımız ortamın anlaşılabilmesini sağlayan bir kılavuz niteliğindedir. Taner akçam, bilinen ama hiçbir şekilde sorun edilmeyen bu olgunun, ırkçılığın içselleştirilmesi olarak okunması gerektiğini söylerken önemli bir gerçekliğe parmak basmıştır.
Çalışmanın ilk bölümünde, genel ve teorik çerçevesi çizilmiştir, ikinci bölümünde 1918-1923 sürecinin ezberlenmiş hikâyesi irdelenmiş, üçüncü bölümde bir örnek olay olarak Şeyh Said İsyanı’nı bir başka eksenden okuyarak, unutturulan bileşenlerinden hareketle, direnişin eşitlik, özgürlük ve Apartheid karşıtı niteliğini gözler önüne serilmiş, son sözünde yeni bir tarih okuması önerilmiştir.
“Yeni bir gelecek, dünümüz, bugünümüz ve kendimiz hakkında anlatabileceğimiz yeni bir hikayeyle mümkün,” diyerek söze başlayan Akçam, çalışmasının ilk bölümünde dört ana tez ileri sürer. İlk tezi, Türkiye’de bir Apartheid rejiminin var olduğu ve bu rejimin temellerinin Kurtuluş savaşı yıllarıyla birlikte atıldığıdır. İkici tez, bugüne kadar, Apartheid rejiminin görülmemesi ve fark edilmemesinin nedeni sorusuyla uğraşır ve 1918-1923 döneminin sadece Bağımsızlık veya Kurtuluş Savaşı olarak okunmasının ana neden olduğu söylenir. “1918-1923 yılları üzerine yapılan akademik ve siyasi tartışmalar esas olarak, Cihan Harbi’nden yenik çıkan Osmanlılardan kalan topraklar üzerinde kimin hakkı olduğu sorusu ekseninde yapılmıştır.” Gerekli olan 1918-1923’e ilişkin yeni bir hikâyenin, Kurtuluş değil, Kuruluş Hikâyesinin şart olduğudur. Üçüncü tez, “[K]uruluşun hemen ardından temellerin atılmaya devam ettiği 1938’e kadar olan dönemin tarihinin vatandaş eşitliği perspektifinden yeniden yazılmak zorunda” olduğudur. Dördüncü tez ise şudur: “Türkiye’de eğer din, dil, etnik köken farkından bağımsız tüm vatandaşların eşit ve eşdeğer olduğu, demokrasinin kural ve kuramlarıyla işlediği bir rejim isteniyorsa, 1918-1938 Apartheid rejiminin kurucularıyla araya mesafe koymak şarttır. Bu mesafe konulmadığı müddetçe, hem bugünkü Apartheid rejiminin kökleri anlaşılamaz hem de onun değiştirilmesi imkânsız olur.”
Akçam, tezlerini öne sürüp tartışırken acil bir yeni tarih anlatımı ve yazımını önerir, buna ilişkin materyallerle birlikte bir metodoloji sunarak çözüm yolu gösterirken çok kolay bir anahtar vermektedir. Yaşanılanların tek grubun hikâyesi olarak okumanın mümkün olmadığını, nasıl ki, naif resim tarzında objelerin tabloda eşit olarak resmedilmesinde olduğu gibi, tüm aktörlerin de bu yeni tarih anlatısında eşit şekilde yer almasının gerekliliğini göz önüne almamızı ister: “Gerçekliğin yakın bir resmi ancak bir olaya katılan tüm aktörlerin birbirleriyle ilişkilerini ele alabilecek bir bakış açısıyla mümkündür.” Tarihe bu şekilde yaklaşabilmek ancak ve ancak “atalarımızın boğazımızı sıkan o soğuk elinden kurtulmakla” mümkündür diyen Akçam, Apartheid kurucularıyla mesafe koymanın yolları ve gereklerinden birinin, rejimin değiştirilmesi için uğraş veren insanların bu tabloda yer alarak “Cumhuriyetin yeni kurucular olarak tanınmasının” olduğunun altını çizer. İlk ağızda, başta 1925 İsyanı’na katıldığı için idam edilen Süryani lider Malak Barşom ile Şeyh Sait ve Çerkes Ethem, Ağrı İsyan lideri İhsan Nuri, Seyit Rıza ve yakın tarihlerde gözlerimizin önünde katledilen Hrant Dink ve Tahir Elçi isimlerini dile getirir. Eklediği diğer iki isim, Kurtuluşun “haini” olarak damgalanmış Çerkes Ethem veya ‘gerici ve şeriatçı’ ilan edilmiş Şeyh Sait üzerine yapılacak özgürce konuşmaların belki de kuruluşun açtığı derin yaraların giderilmesinin önemli başlangıç noktası olabileceğini söyler. Akçam, vatandaş eşitliğinin sağlandığı demokratik bir geleceğin ancak bu yeni kurucular ve onların hikâyelerini duymakla mümkün olduğunu söylemektedir.
Tezlerini, devletin temel metinlerini ele alarak tartışırken, Cumhuriyet’in yüz yıllık pratiği ile örnekleyerek tartışmayı zenginleştirir ve Apartheid’ı netleştirir. Yaşamın her alanında ve yüz yıllık süreç içinden örneklenen kanıtlar inkâr edilemeyecek niteliktedirler. Bu örneklerde, Anayasa’dan sivil meslekleri düzenleyen yasalara kadar zincirleme hukuki süreçte, her adımın, her basamağın bir öncekini pekiştirerek Apartheid rejiminin oya gibi nasıl işlenip kurumsallaştırıldığı gözler önüne serilmektedir.
Akçam, kısaca Apartheid rejiminin bilinçli bir tercih ile kurulduğunu, kuruluş yıllarından örneklediği kanun, kararname ve tartışmalarıyla açıkça resmeder. Ayrıca hukukçulara çağrı yaparak, Türk hukuk metinlerinin çok ciddi biçimde gözden geçirilmesi gerektiğini söyler.
Kurulan Apartheid rejiminin Türk usulü üçlü bir kast sistemi oluşturduğunu, sistemde, en üstte öz vatandaş, -1924 anayasasının vatandaşlığa dair 88 maddesi bizim öz vatandaşımız, Müslüman, Hanefiyül mezhep, Türkçe konuşur bir zattır anlayışına göre düzenlenmiştir- Türk, Müslüman/Hanefi ve Türkçe konuşanlar yer alırken, ikinci sırada Aleviler, Türk olmayan Müslümanlar, en alttakilerinin de Hıristiyanlar ve Yahudiler oluşturmaktadır. “Bizden sayılmayan bu vatandaşlar, 1940’lara kadar normal nüfus kütüğüne değil, Ecanip [ecnebiler] Defteri”ne kaydedildiler. Gayrimüslimlerin yeni Türkiye’nin bir parçası değil, içimizden çıkartılması gereken yabancılar olduğu anlayışı yeni Meclis’te başından beri egemendi(r).”
Aslında bu politikayı Selahattin Bey’in (Köseoğlu) TBMM’nin 26 Ağustos 1922 günü gizli oturumdaki konuşması bu süreci özetler niteliktedir. Mersin mebusu Salahattin Bey temel bir soru sorar: Nasıl bir Türkiye istenmektedir? Cevabı da kendi verir: “Türkiye Hükümeti, kendisinin emri altında bulunan bilâtefrik din ve cins ve mezhep ve bütün tebaanın hükümetidir. Ama Salahattin Bey, Meclis’in istediğinin başka bir Türkiye olduğunu bilmektedir. Ve sorar: Yoksa [Türkiye] yalnız Müslümanların hükümeti midir? ve acaba B. M. Meclisinin arzusu mudur ki bütün gayri müslimler kalmasın, göğe kadar sürülsün?”[2] Süreç tam da bu şekilde işlemiştir.
Lozan Konferansı’nda mübadele adı altındaki kovulmadan kurtulabilenlerin temizlenmesini teminen Ankara hükümetinin sağlık bakanı, eğitim bakanı ve Lozan’daki baş müzakerecisi Rıza Nur, Hıristiyan ve Yahudilerin askerlik meselesinin görüşüldüğü oturumda zorunlu askerlikte direnir. Amaç askerlik yaptırmak değildir. Anılarında gerekçesini açıkça ortaya koyar:
Rum ve Ermeni askerlikten pek korkuyorlar. Hele Harbi Umumi’de yapılan amele taburları gözlerini pek yıldırmış. Demek askerlik olursa gençler askerlik çağı gelince Yunanistan’a kaçacaklar. Yirmiden yukarı yaştakiler de ecelleriyle öle öle bitecekler. Demek ki Kur’a yaşı Hristiyanlar için bir hendektir. Bu suretle mübadele ile atamayacağımız Hıristiyanlar’ı da otuz yılda her yıl safra döker gibi dökeceğiz. Kırk elli yıl içinde, bu askerlik onları bitirecektir. Bu hesabı yapıyorum. Bu sebeple bu nokta üzerinde tutundum durdum. Asla sarsılmadım. Beni yerimden sökemediler ve nihayet muvaffak oldum. Hakikaten sulhten sonraki beş yıllık pratik, askerlik çağına gelen Rum, Ermeni ve Yahudilerin ekseriyetle kaçtıklarını gösterdi. Bir asker kaçağı da tabiî ceza korkusuyla bir daha dönemiyor. Bin şükür… Bu muvaffakiyetimden pek memnunum.[3]
İncelemede, ayrımcılığın, millet sistemi ile din temelinde imparatorluk döneminde var olmakla beraber geçişlerin mümkün olabildiğini ancak, Cumhuriyet’le birlikte ayrımcılığın ırk, kan, etnik köken, soy ve kültür gibi din dışı kategorilere taşınarak, ayrımcılığın hukuk sistemi içine sokulduğu gibi, seküler yapının Müslüman topluluklar arasındaki geçişleri imkânsızlaştırarak kurumsallaştırdığı örneklenir. Seküler temelli Apartheid rejiminin, kendisinden önce var olan dinî temelli ayrımcılıktan radikal bir kopuşu temsil etmediğine dikkat çekilir. Kurtuluşçuların kendimiz ve ötekiler ayırımına dikkat çekilerek, kurtuluşçuların tüyler ürpertici ayrımcı sözlerinden örnekler verilir. Verilen örneklerde ırkçı göstergeler apaçık olmasına rağmen Apartheid rejimin ırkçı karakteri konusu nedense bugüne kadar ülkemizde ciddi bir tartışma konusu olmamıştır.
Genel çerçevenin çizildiği ilk bölümde, Apartheid rejiminin kullandığı ırk, soy, etnik köken, kültür gibi kavramların geçişli, değişken ve birbirinin yerine kullanılmasının muğlaklığın kurumsallaşması olduğunu, Apartheid rejimini anlamak için bu kurumsallaşmış muğlaklığın anlaşılması gerektiğinin altını çizilir. “Hiyerarşinin ara kademesinde yer alanlar da fişlenip izlenir ama aynı zamanda asimilasyon yoluyla en üst tabakaya ulaşma imkânının olduğu mesajı verilir. Ambivalens-müphemlik sistemin yapısal bir unsurudur.” Yöneticilerin hangi kavramları kullanmış olduklarının ikincil bir mesele olduğunun altını çizilerek akademisyenlerin yanılgılarına dikkat çeker. Altını çizdiği ve daha da önemli bulduğu ikinci nokta, kullanılan retorikten bağımsız olarak, Apartheid rejiminin hem zihniyetini hem de yapısal özelliklerini koruyarak bugüne kadar varlığını devam ettirdiği ve erken Cumhuriyet’le günümüz arasındaki yapısal sürekliliğidir.
Ara gruplar için asimilasyonun her yönteminin denenmesine rağmen, asimilasyonun kademe atlamaya yetmediğini örnekler. Alt kademedeki Hıristiyan ve Yahudiler gibi ara kademedeki gruplar da sistemli biçimde fişlenmektedir. Çerkes ve Kürtlerin hiyerarşinin alt kademesindeki Ermeni, Rum ve Yahudilerle aynı kategori içinde sınıflandırılmasının örneği olarak sunduğu dahiliye belgesi önemlidir.
“Apartheid rejimini anlamak için 1918-1923 döneminde yapılan özel muameleye son vermek ve bu dönemi vatandaş eşitliği ekseninde tartışmaya açmak şarttır. 1918-1923 sadece Bağımsızlık-Kurtuluş Savaşı’nı değil, Apartheid’ın inşa yıllarını da sembolize eder,” sözleriyle rejimin radikal eleştirisine devam eden Akçam, yüz yıllık Cumhuriyet’in iki büyük paradigma içinden okunabileceğini, paradigmanın ilkinin Kurtuluş paradigması, ikincisinin Kuruluş paradigması olduğunu söyler. Cumhuriyet’in yüz yıldır kurtuluş paradigması içinden okunduğunun ve okunmaya devam ettiğinin altını çizer. Bu okumaya göre “Cumhuriyet, Anadolu’yu işgal etmiş yabancı kuvvetlere ve Sultanlık–Halifelik sistemine karşı verilmiş bir Kurtuluş Savaşı’nın ürünü olarak kurulmuştu”. İkinci okuma ise dönemi Kuruluş paradigması içinden okumaktır ve bu okuma, bugüne kadar hemen hiç yapılmamış okuma tarzıdır. Akçam’a göre, Cumhuriyet başta Mustafa Kemal olmak üzere yöneticilerin bilinçli bir tercihi ile bir Apartheid rejimi olarak kurulmuştur. Kuruluş yıllarının kanun ve kararnameleri bunu açık olarak gösterir. Akçam’ın “Cumhuriyetin kuruluşunu bir Apartheid rejiminin inşası olarak okuyamazsak bugünkü vatandaş eşitsizliği, adaletsizlikler ve demokrasi ve insan haklarına ilişkin sorunları anlayamayız. Mevcut Apartheid’ı anlamazsak demokratik bir toplumu niçin kuramadığımızı da anlayamayız,” sözleri ülkedeki demokrasi ve insan hakları sorunlarının anlaşılabilmesi için önemlidir.
Türkiye’deki sağ ve sol siyası partiler ve grupların bir bağımsızlık/kurtuluş savaşı verildiğine dair aynı inanca sahip olduklarının örneklerini verdikten sonra Alevi’si, Sünni Müslüman’ı, laiki, Kürd’ü, Türk’ü ile tüm kesimlerin değişik kelimelerle aynı hikâyeyi tekrar etmelerinin Apartheid’ın üstünü örttüğünü söyleyen Akçam, “Apartheid rejiminin ırkçı karakterinin ve bundan kaynaklanan sorunların anlaşılabilmesi ancak ve ancak vatandaş eşitliği eksenli bir tarih okuması ile mümkündür. İhtiyacımız olan bugünkü rejimin doğasını daha iyi açıklayacak yeni bir başlangıç-kuruluş tarihi anlatımıdır. Bu da Birinci Dünya Savaşı’nda başta Ermeniler olmak üzere Hıristiyan vatandaşlara yönelik dışlama politikalarının ve katliamların Kurtuluş Savaşı ve kuruluş yılları hikâyesine entegre edilmesiyle mümkündür,” sözleriyle gözbağının açılmasına dair anahtarı paylaşır. Sözlerinin daha iyi anlaşılması için Kuruluş’ta Apartheid rejiminin oya gibi işlendiği aşamaları resmeder.
Kitapta, mütareke döneminde Hıristiyanlara karşı devam eden saldırılar Osmanlı belgelerinden alıntılarla sıralanır. Mucize kabili hayatta kalıp geri dönebilen Ermeni ve Rumlar Kuva-yı Milliye’nin hedefindedir. Bazı bölgelerde sivil halk da bu saldırılara katılmaktadır. Ermeni veya Rumların fidye için dağa kaldırılmaları, mal ve mülklerine el koymak için yapılan baskınlar, kadınların kaçırılması dahil cinsel şiddet, ölüm tehditleri veya erkek nüfusu topluca kaçırarak kurşuna dizmek gözlenen pratikler arasındaydı.
Adalet talepleri ile Milli Mücadele önderlerinin Hıristiyanlara yönelik İttihatçı politikalarla geri dönüşleri arasındaki bağlara işaret eden Akçam, kronolojik olarak sıraladığı uygulamalarla Ankara’da, Apartheid’in tohumlarının atılmasını gözler önüne serer. Bu tohumlar daha Meclis açılmadan saçılmaya başlamıştır. “Eksik mebusların tamamlanması için yapılacak seçimlere Anasırı gayri müslime … iştirâk ettirilmeyecektir.” Siyasal yasağın sonrasında da sürdürüldüğünü biliyoruz. Dönemin tek partisi CHP’ye üye olmak için Türk olmak şartı getirilmiştir “Halk Fırkası Nizamnamesi (1923) Çalışma Belgesinde, Madde 3 – Halk Fırkası’na her Türk ve hariçten gelip Türk tâbiyet ve harsını kabul eden her fert dahil olabilir”[4] denilmektedir.
1934 Trakya’daki Yahudi pogromlarının etkisinin azaltılması için 1935 seçimlerinde ilk kez Yahudilerin yanında Ermeni ve Rumlar da aday gösterilmiş ve seçilmişlerdir. CHP’ye üye olmaya layık görülmeyen bu mebuslara mecliste bağımsız olarak yer verilmiştir. 1946’da çok partili yaşama geçildiğinde gayrimüslim azınlıkların parti üyeliğine başvurmaları partide tereddüt yaratmıştır. CHP Mardin İl İdare Kurulu’nun Genel Sekreterliğe yazdığı 2 Mayıs 1945 günlü yazısında şöyle denmiştir: “İl İdare kurulumuzca üye kaydına: başlanmıştır. Bu arada bölgemizde bulunan azlıklara mensup kimselerin de partili olmak hevesini güttükleri görülmektedir. Bu gibilerin teşkilatımız arasına alınmalarında tereddüt etmekteyiz. Konu etrafındaki yüksek düşünce ve direktifler ile kurulumuzun tenvirine yüksek müsaadelerini diler saygılarımı sunarım.”[5] Bu sözler, o âna kadar gayrimüslim azınlıkların parti üyeliğinin söz konusu olmadığını göstermektedir.
Yeni meclisin ilk işlerinden biri olarak Ermenilere karşı işlenen suçların affına ilişkin kanunların çıkarılması ve bu suçluları yargılayacak mahkemelerin ortadan kaldırılması, Ankara hükümetinin Hıristiyanlara yönelik izleyeceği politikaların ipuçlarını vermektedir. Bu affın bir gelenek haline gelip günümüze uzanmasını örneklerken, araştırmacıları bu konuyu incelemeye çağırır; gelenek kendi başına ayrı bir araştırma konusudur.
Hıristiyanlara karşı işlenen suçların aklayarak işe başlamasının yanında, 14 Eylül 1920 Kararnamesi’yle 26 Eylül 1915 tarihli Emval-i Metruke Kanunu’nun gelecekteki gaspları da kapsayacak yeni hükümlerle tekrar yürürlüğe sokulmasını, yağma siyasetiyle ilgili en önemli girişim olarak niteler. İttihatçı politikalara bu geri dönüş en önemli Hıristiyan karşıtı uygulamalardan biridir.
Kitap, Apartheid’in kuruluşunun önemli ırkçı ayaklarından biri olarak Tekalif-i Milliye emirleri uygulamasını irdeler. Sonradan ödenmek üzere halktan topladığı para ve malların karşılığının Ermeni ve Rum vatandaşlara ödenmeyeceği -borçların %75’i Rum ve Ermenilere aittir- gizli oturumda kararlaştırılırmıştır. Akçam, oturumlardaki tartışmaları paylaşır. Oturum gizli olduğu için vekiller pervasızdır.
Apartheid’ın ikinci adımı olarak Lozan ve vatandaşlık haklarının çiğnenmesini örnekleyen Akçam, Lozan’ın bu açık hükümlerine rağmen yeni Cumhuriyet’in dışarıdan tek bir Hıristiyan’ı ülkeye sokmadığı ve malları üzerindeki haklarını tanımadığını ekleyerek temel politikayı özetler. “Cumhuriyet rejiminin Hıristiyan vatandaşlara yönelik politikalarının iki temel ayağı vardır: Onların memleketlerinden sürülmesi ve dışarıda olanların ülke içine sokulmaması. Bu politikaları en iyi özetleyen, Mustafa Kemal’in 16 Mart 1923 tarihinde Adana esnafına yaptığı konuşmadır: ‘Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir.’”
Diğer bir adım olarak 2 Temmuz 1924’te, Seyrüsefer Talimatnamesi’nin ve sonuçlarının irdelenmesidir.
Bu talimatname Apartheid rejiminin inşasının önemli basamaklarından biridir. Talimatnameye göre iki tür vatandaş vardı, birisi Türk tebaası Müslümanlar ve diğeri Ermeni, Rum ve Yahudiler. Müslüman Türk vatandaşlar, yurt dışına hangi nedenlerle ve nasıl çıkmış olurlarsa olsunlar, serbestçe geri dönebileceklerdi. Ermeni, Rum ve Yahudiler ancak Ankara hükümetinden pasaport almışlarsa geri dönebilirlerdi … Hükümet uygulamaları, Hıristiyan ve Yahudi vatandaşların sadece dışardan girmelerine engel olmakla sınırlı değildi. İçeridekiler de vatandaşlıktan atılarak dışarıya gönderildiler. 14 Aralık 1922 tarihinde, gayrimüslimlerin memleket haricine çıkmalarına sınırsız izin veren bir kanun çıkartıldı. Çıkmak isteyenlere tek yönlü, sadece çıkışa yarayan Pasaportlar verilerek geri dönmelerinin önüne geçildi. Pasaportlara özel olarak geri dönüşü yok ibaresi konuldu.
Akçam, Apartheid’i perçinleyen birçok kanun ve kararnameleri sıralar, bunların kanunlaşması sırasındaki meclis tartışmalarından örnekler vererek, Apartheid’in kurumlaşmasında Meclis’in açık desteğini gösterir.
Seyahat yasakları Hıristiyanlar için bir başka handikaptır ve yeni Meclis’in aldığı ilk kararlar arasında yer alır. 1927’de bu yasağa Yahudiler de dahil edilmiştir. Akçam, seyahat yasaklarının askerî yasak bölge kanununa göre uygulandığını belirterek devletin kendi vatandaşını yabancı olarak nitelediğinin altını çizer. Hıristiyan ve Yahudilerle iki bakanlık ilgilenmektedir: Güvenlik yönünden İçişleri, “yabancı” sayıldıklarından Dışişleri. Zaten 1940’lara kadar “ecanip” defterine kaydedilmişlerdir. Seyahat yasaklarının kaldırılması Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın seçim vaatlerinden biridir.[6]
Kırsal alanlardaki Ermeniler topraklarından sökülüp yurtdışına sürülmüş ya da İstanbul veya kasaba ve kentlerde toplanmaya zorlanmışlardır. Kasaba ve şehirlere sürülen Ermeniler sonrasında buralardan da söküleceklerdir.
Zorla sürülen Ermenilerin mal varlıklarına, var olduğu iddia edilen vergi borçlarının karşılığı olarak kâğıt imzalatılmak suretiyle el konuldu. Bölgenin Ermeni nüfusundan tamamen arındırılmasında Sasun bölgesi önemli bir örnek teşkil eder. 1914-1927 arasındaki döneminde, Sasun yöresinin Ermeni nüfusu %46’dan %1,5’a gerilemişti. Kalan nüfus da, resmi rakamlara göre 834 kişinin öldürüldüğü 1936-39 operasyonları sonucunda ortadan kaldırıldı.
Vatandaşları ırk esasına göre fişlemek çalışmanın bir başka konusudur. Sadece Hıristiyan ve Yahudiler fişlenmez, dönmeler, Kürtler ve diğerleri de fişlenmiş ve izlemiştir. Gizli veri toplama ile ilgili emirler Ermenilerin mal varlıklarının izlenmesine kadar varmıştır. Bunlar ırkçı ideolojinin varlığının ve rejimin Apartheid karakterinin açık göstergesidir.
Rejimin ideologlarının bunları övünerek anlatmalarını örnekler. Cumhuriyet’in erken yıllarının adalet bakanı Mahmut Esat Bozkurt, Eylül 1930’da Ermeni ve Rumlardan Müslümanlara servet aktarımının Cumhuriyet Halk Partisi’nin ana politikası olduğunu büyük bir gururla ilan eder.
Bakana ait şu uzun alıntı, Cumhuriyet döneminde servetin el değiştirmesinin özet hikâyesi gibidir.
Düne kadar vapurlarda, şimendiferlerde memleketimizin bütün ticarî ve malî müesseselerinde kimler çalışıyordu ve bunlar kimlerin ellerinde bulunuyordu? Türk olmayanların değil mi? Bugün kimin ellerindedir? Türklerin! Bütün bunlar Cumhuriyet Halk Fırkasının siyasetinin mahsulüdür. Bağlar bahçeler, hatta dağlar, ovalar, mal mülk memleketin iktisadiyatı Türk olmayanların elinde değil miydi? Bugün bütün bunlar Türklerin ellerine geçti. Bu da Cumhuriyet Halk Fırkasının siyasetinin semeresidir. Düne kadar yabancıların yanında amelelik yapan binlerce Türk’ün bağ bahçe mülk sahibi olduğunu görüyoruz.
Akçam, çalışmasının üçüncü bölümünde önceki bölümlerde ifade edilenlerin ışığında Apartheid’e karşı eşitlik arayışı perspektifinde 1925 Şeyh Sait İsyanı’nı değerlendirerek önceki çalışmaların kısırlığına işaret eder:
Dönemi sadece belli bir etnik-dini grubun tarihi olarak ele alan ve anlatan bir anlayışın kuruluş dönemi olaylarını kavraması çok zordur. Yapılan çalışmalar daha çok dönemi yaşayan her etnik-dini grubun Türk devletiyle yaşadığı özel sorunları ele alması ya da Türk çoğunluğun kendi “başarı hikâyesini” anlatması biçiminde oldu. Bu nedenle, biri diğerinden haberi olmayan, bir nevi kompartmanlara bölünmüş bir tarih literatürü ortaya çıktı. Dönemi sadece belli bir etnik-dini grubun tarihi olarak ele alan ve anlatan bir anlayışın kuruluş dönemi olaylarını kavraması çok zordur.
Şeyh Sait İsyanı’na destek veren Süryani ve Ermenilerin, destek için askerî hazırlıklar yapan Ethem Bey’e, Alevi desteği için girişimlerde bulunan Hasan Hayri ve hazırlıklar yapan Alevilere dair belge ve bilgiler tam anlamıyla ezber bozan pasajlardır. İsyana katıldığı gerekçesiyle idam edilen Hıristiyanların ilk kez okuyucularla buluşmasının, yapbozun eksik parçasının yerleştirilmesi yanında, isyanın irticai ve ulusalcı hikâyesini olağanüstü bir derecede sarstığını söyleyebiliriz.
Akçam, isyanı ulusal ve dinî eksende okumak yerine, özgürlük ve eşitlik ekseninde okunmayı gözbağını çıkarmanın anahtarı olarak önerir. Süryani Malak Barşom, Ermeni Mehmet Emin, Alevi Hasan Hayri’nin Şeyh Sait ile aynı kaderi paylaşmalarını özgürlük ve eşitlik rüyası içinden okumayı önerir. Sorunun ortaya konuluşu, çözüm önerisi ve bunları destekleyen örnek olayı ile Taner Akçam’ın cesaretli ve kapsamlı araştırmasının akademisyen ve resmî tarih anlatıcılarının önüne sindirilmesi zor, ezber bozan bir yüz yıl eleştirisi olarak zor bir metin koymuş olduğunu söyleyebiliriz.
[1] Taner Akçam, Yüz Yıllık Apartheid: 1918-1923 Türkiyesi – Bağımsızlık ve Apartheid Rejiminin İnşası, Aras Y. 2023.
[2] https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/GZC/d01/CILT03/gcz01003091.pdf, s. 732.
[3] Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım II, İşaret Y., 1992, s. 264.
[4] Zafer Toprak, “Radikal Sosyalist ‘Enternasyonal’ ve Cumhuriyet Halk Fırkası 1927 Kongresi”, Toplumsal Tarih, sayı 106, Ekim 2002, s. 42-49.
[5] BCA 490 178 710 01 belgesi arşivden geri çekilmiştir.
[6] Milliyet, 19 Ağustos 1930, https://www.gastearsivi.com/gazete/milliyet/1930-08-19/3